28 Şubat 2011

Bereler üzerine kısa bir not

Başını sıcak tutmanın ötesinde bir duygu sağlar sana bereler. Sanki birileri sarılmış gibi. Gizlenmeye yardımcı olurlar, isteyenler için. Başındayken kaşınırsın zaman zaman, değişik jestler edinmene neden olurlar. Çıkardığın andaysa hissettiğin soğuk, terk edilmişlikle eşdeğerdir. Bere. Hele de çok sevdiğin biri örmüşse, ya da şekil ve duruş itibarıyla sana çok sevdiğin birini hatırlatıyorsa hepten bağımlısı olursun.

Bere. Beni ayırt etmenin de en kolay yolu oldu yaşadığım topluluğun içinde.

25 Şubat 2011



Bir genç adam varmış

(http://ufizy.com/#EJ3xGabwgV8/r/!/)

Bu var olan adam bazı şeylerin hep eksik, hep bir yerlerde bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmiş. Bunu fark etmesi uzun yıllar alsa da zihninde tam olarak her şeyi kurgulaması yaklaşık olarak 17 yaşına denk gelmiş. Yazıyla yazamayacak kadar gerçekmiş o yaş onun için. 17.

Önceleri kendisiyle savaşmış, mutlu olmasını engelleyen hiçbir şey yokmuş. Ama sonra ikinci kez düşünmüş her şeyi; mesela bir yaz tatilinde 43 gün boyunca evden çıkmadığını hatırlamış. Ne çöp atmaya, ne arkadaşlarıyla buluşmaya, ne gezmeye... Bu adam, bu aptal adam, hayatının tüm seyrini değiştirecek o kırk üç gün boyunca sadece okumuş. Aslında 'sadece' okumamış, ne yazık ki okuduğundan daha çok düşünmüş. O zamanlar ona kimse çok düşünen birinin mutlu olamayacağını söylememiş. Bu genç adam... boka batmış.

Bir gece odasının kapısı açılmış, içeri -farz edelim ki- adları Sait ve Emre olan iki kişi girmiş. Bu takma isimli kişilerden Sait olan kızmış bu adama. Neredeymiş bu herif, herkes dışarıda gezip eğlenirken, sahilde kesişirken bu herif niye her şeyi bırakıp odasında inzivaya çekilmiş? Adam cevap vermiş, "Olmuyor, bazı şeyler yanlış" demiş. Tıpkı ondan sonraki beş yıl boyunca olacağı gibi o gün de kimse dinlememiş bu genç adamı. "Sen ne yapıyorsan kendine yapıyorsun" demişler. Ne yazık ki haklılarmış da.

O adamlardan adının Emre olduğunu farz ettiğimiz kişi bu hayatta o genç adamın en yakın erkek dostuymuş. En yakın dostu dermiş o zamanlar; ama yalnızca okullar açıldığında hayatındaki en yakın arkadaşı olacak kızı bilmiyormuş. Bilse, tıpkı şimdi dediği gibi, en yakın iki arkadaşından biri derdi Emre için. Her neyse, o çocuk bunu ikna etmiş dışarı çıkması için. Çocuk alelacele bir şeyler giymiş ve dış dünyaya çıkmış. Aşağıda onu yaklaşık beş kişi daha bekliyormuş. Yaz boyu aramaktan usanmış; ama gençten umudunu kesmemiş beş kişi daha. Zaten toplamda yedi kişilermiş, beş yıl sonra geriye sadece birinin kalacağı yedi kişi.

O gece sahilde oturdukları yerde yarım saat önce kocaman bir fare olduğunu duymuş genç adam; o kadar hızlı koşmuş ki kendine geldiğinde sahilden çok uzaktaymış. Arkadaşları arkadan kahkahalar eşliğinde geliyormuş. Adam o kahkahalarda can bulmuş, neşeli bir şekilde tüm o kırk günlük acıyı gömmüş içine. Şanslıysa bir daha çıkmayacak şekilde. (Ama çıkmış.)

Bu adamın okulu başlamış, lise sondaymış. Yaklaşık dört ayda bu adam neredeyse hiçbir şey yemeyerek çok kilo vermiş. Ama yakışmış adama, gayet gideri olan bir herif olarak çıkmış piyasaya.

Gideri olmasının kendi dışında kimseye zararı olmamış... 'Kendi', her şey orada bitermiş bu genç için. Kendi olmalıymış.

İçine gömdüğü her şey yavaşça o sınıfta yüzeye vurmaya başlamış. Gün be gün, ay be ay çökmüş bu genç. Çevresindeki herkes endişelenmeye başlamış, herkesi korkutmaya başlamış. Herkesi, kendi hariç...

Bir gece bir arkadaşını aramış. Hani adına güya Emre dediğimiz, işte onu. Bu adam gelmiş ve konuşmuşlar sabaha kadar. Zaten sonrasında günlerce her şey flulaşmış bu adam için...

Bu adam, bir kızla tanışmış sınıfta. Aslında üç sene önce ilk defa tanışmışlar; ama o yıla dek hep klasik bir arkadaşlıkları olmuş. Aynı sınıfı paylaşan iki insan kadar. Ama o yıl çocuk bu kızda bir şeyler görmüş, kimsede bulamadığı şeyi bulmuş: Kendini.

Bu kız bu çocuğun aynısıymış. Eh, aynısı demesek bile çok benzeri. Aynı şeyleri severler, aynı şeyleri düşünürlermiş genellikle. İşin çocuk açısından en önemli yanı da şuymuş: Bu kız o çocuğa dair her şeyi anlayabiliyormuş. Bir gün bu kız bir teneffüste yanına gelmiş ve şöyle demiş çocuğa: "İçinde gizlediğin o gerçek seni ne zaman göstereceksin?" Çocuğun o kıza dair dönüm noktasıymış o cümle. Korkmuş kızdan, kızmış ona, hayran olmuş ona. Dışında bir şey değişmemiş ama, aynı sakinlikle "Şanslıysam asla" demiş. Kız üzülmüş onun adına. Üstelememiş. Demiştik; anlıyormuş o genç adamı.

Bu çocuk uzun süre boşa yaşamış. Ne bir gelecek kaygısı ne bir mutluluk. Sonra bir kızla tanışmış, gülümseyişi her şeyi ona unutturan bir kızla. O kız o kadar masum bir mutluluğa sahipmiş ki çocuk o mutlulukla dipsiz kuyulardan yukarıya çekildiğini hissetmiş. Ondan sonra sarılmış o kıza, onun kurtarma halatı olmuş o masumiyet -ta ki masumiyetini kaybedene dek... Ama ondan sonra bile çocuk o güneşi hatırladıkça huzurla dolar olmuş. Bir zamanlar mutlu olduğunu bilmenin verdiği bilinçle. -Ya da mutluluk değil de, huzur diyelim.

Bu çocuğun hayatı akıp gitmiş, zamanla bir şeyler düzelmiş. Asla ama asla "Ergenlikmiş işte" demeyeceği o karanlık günler sanki geride kalmış. Fakat gururla şunu söyleyebiliyormuş: Ölümle savaştım ve yendim. Ben yaşamak istiyorum.

Yaşamış da...

Bu adam üniversiteyi kazanmış. Boktan bir bölüme gitmiş, herkesi şaşırtmış orayı yazarak. Ne işi varmış bu adamın orada. Bunu kendi de bilmiyormuş. Hayatında son kez ciddi bir kararda başkalarını dinlemiş o gün. Kendi isteği değilken yazmış bölümü, mutlu olacağına inanarak.

Okulu açıldıktan sonra bu çocuğa sınıfından kızlar yazmış, bölümden kızlar yazmış; ama o başka şehirdeki o kızı düşünüp hiçbirine yüz vermemiş. O kız bekleyecekmiş çünkü onu, gülümseyişiyle...

Aradan dört ay geçmiş ve bu çocuk bu bölümde yapamayacağına karar vermiş. İlk sınıfı bitirip (ki kalmış zaten) tekrar öss'ye hazırlanmaya karar vermiş. Ondan sonraki bir sene hayatından giden bir seneymiş. Ama başarmış bu çocuk, hayaline ulaşmış. Tam hayaline değil; ama ona en yakın olana. Başka bir şehre gitmiş bu çocuk, bir sene boyunca öss'ye hazırlanırken kendisine düşünmek için dahi izin vermediği bir senenin acısı bir anda o yaz patlamış bu adamın üstüne. O kadar kuvvetli patlamış ki ilaçlara ne kadar hızlı koştuğunun farkına varmamış. Önemsememiş.

İlacı yüklemiş kendine, hayatına on gündür tanıdığı bir kızın girmesine izin vermiş. Dağılmış çocuk iyice. O kız da bu çocuğa iyice bağlanmış, çocuk yarı yolda hayatının en akıllı kararlarından birini verip kıza bu olmamalı, olamaz demiş. Anlayışla yaklaşmış, daha sonra o kıza büyük acılar yaşatmamak için henüz her şey tazeyken koparmış bağları. Kız ona bunun için teşekkür etmiş kısa bir süre sonra fakat "Ama..." diye eklemiş. O üç noktayı tamamlatmamış çocuk, susturmuş. Haklı gerekçelerle.

Bu çocuk o diğer şehre gitmiş ve bir ev tutmuş. 1 + 1, dördüncü katta küçük bir ev. Tek yaptığı evden çıkıp bir motorla (motor diyorlarmış orada küçük vapura) karşıya geçip okuluna gitmekmiş. Sonra okuldan çıkıp evine dönermiş. Akıllı adam, düşünmemek için kendini dizilere, filmlere vermiş. Hayatının iyi olduğu yanılgısını fark etmemek için kıçını yırtmaktaymış. Başarır gibi de olmuş bir ara, yalan söylemeyelim şimdi.

Bu adam sınıfta kimseyle konuşmazmış, okulda hiç tanıdığı yokmuş. Bir hoca dışında hiçbir hocayla konuşmazmış derslerde. O adam da bu çocuğu çok severmiş, onu alıp Boğaz'a karşı konuşurmuş uzun uzun. Hiç itiraf etmezmiş hoca; ama genç adam bilirmiş hocasının onda kendisini gördüğünü.

Sonra zaman geçmiş, haftalar aylara dönüşmüş ve bu çocuğu arayan arkadaşları telefonları kesmişler. Zira bu genç o şehre gittiğinde beri kimseyle görüşmemiş. Hep kaçmış. Söz gelimi adı Levent, Atakan, Sait, Samet, Kepçe (evet adı kepçe), Kartal olan bu arkadaşları onu ne zaman arasa hep kaçmış çocuk. En sonunda sadece Levent arar olmuş, o da umutsuz bir şekilde. Evet, çocuk aylardır (toplamda üç yıldır) hiçbir eski arkadaşını görmemiş. Ona içerlemişler, kırılmışlar, kızmışlar... Açıklama yapmamış, anlayabileceklerini düşünmüyormuş. "Sizle görüşemem, çevreme zarar veriyorum, size zarar veririm. Ben zehirliyim" dese kim inanacakmış ki bu adama? Ama hakkını vermek gerek, tanıdıkları en "kötü gün dostu" bu adammış. Kimseyi yarı yolda bırakmazmış bu adam; ama kimsenin mutlu gününde de orada olmazmış. Garip bir manyaklık işte...

Bir gün telefonuna mesaj gelmiş. Emre dediğimiz gençmiş mesajı atan: "Geliyorum haftasonuna" yazıyormuş mesajda. Genç adam iki yıldan sonra ilk defa görecekmiş dostunu, irtibatı koparmadığı tek kişiyi.

Gelmiş bu adam, bir de yanına sevgilisini almış. Kalmış evinde, gezmiş, içmiş ve dertleşmişler onunla. Yılbaşında gelmek üzere gitmiş. Sonra yılbaşına gelmiş ve sonra Şubat'ın ortasında da gelmiş. Adam kendini evinde hissediyormuş; çünkü buna hakkı da varmış: En yakın dostuymuş orada ona evini açan.

"Sana kırgınlar, kızıyorlar. Git bir görüş adamlarla" demiş. Sonra da vazgeçmiş, anlamasa da susmuş. Zaten susması tek yapabileceği iyilikmiş genç adam için. Hikayemizin kahramanı anlamasını beklemiyormuş Emre’nin. Hatta onu anlayabilecek tek kişiyi de uzaklaştırıyormuş hayatından bu genç adam: O kızı.

Bir gece mesaj atmış kız: İnatlaşman bazı şeylere mal oldu, demiş. Genç adam buna hazırlıklıymış, er ya da geç bunun ve hatta daha ağır sitemlerin geleceğini biliyormuş. Özür dilememiş, dileyeceği bir şey yokmuş ortada, ama bir araya gelmek de istememiş. Suçunu ve suçsuzluğunu biliyormuş. Hem zaten eskisi kadar da anlamıyormuş onu dostu, araya zaman, mesafe, kişiler, olaylar girmiş. Kısacası karakterler değişmiş. Ama yine de bir yerlerde, bir şeylerde o kız hep varmış; onu anlamayı sürdürerek...

"Bir ara görüşelim" demiş daha sonra. Adam susmuş, o susunca kız sitem etmiş. Adam bunu yapamam demiş, açıklamış. Kız sitemli kapamış telefonu. Dört yıl önceki kız olsa saniyesinde anlarmış; ama şu anki kız anlayamamış. İçerlemiş çocuğa telefondaki ses tonuyla, çocuk yine özür dilememiş. İçten içe kızı koruduğunu ve kızın da bunu -zamanla- fark edeceğini biliyormuş.

Bu adam yeni bir kitap serisine başlayacakmış, başlamadan önce günah çıkartır gibi bir şeyleri yazası gelmiş. Zaten burada yazanları tek okuyacak kişi de o kız olacakmış. Hatta bu kadar uzun bir yazıyı okumaması da ihtimal dahilindeymiş; ama böyle bir otobiyografiyi kaçırmak istemeyeceğini düşünmüş genç adam.


21 Şubat 2011

The penguins of madagascar

Çok iyiler ya. Böyle dört tane panpa penguenin New York'un merkezindeki hayvanat bahçesinde yaşadıklarını anlatıyor. Haftasonu cnbc-e izlemek için tek geçerli neden; üstelik Türkçe dublaj da fena değil. Beni gerçekten rahatlatıp güldürüyor bu penguen abiler.
Kişisel tarihime not düşeyim dedim.

http://www.imdb.com/video/screenplay/vi668535065/ (imdb'de bulduğum özet bu. yoksa çok daha güzel sahneleri var. bu son derece yavan)
Hep mi hüzünlü şeyler paylaşacağım sanki? Hayır tabii ki, buyurun.


not: Bu şarkının olabilecek en hüzünlü versiyonu da bu, işin ironik tarafı. Ah be Frankie...

20 Şubat 2011

İşaret dili

O kadar istiyorum ki öğrenmeyi!

Niye bilmiyorum, aslında biliyorum da dillendirmiyorum, uzun zamandır işaret dili kullanabilmeyi istiyorum. Tüm her şey sussun, mutlak sessizlikte ne bağırmak, ne hıçkırıklar, ne gözyaşları... hiçbir şey kalmasın ve sadece parmaklar konuşsun. En içten duyguları anlatsın, kelimelere sesli olarak asla dökülmeyecekleri söylesin.

Niye istiyorum biliyor musun? Çünkü ben konuşmayı, bir şeyler anlatmayı, paylaşmayı sevmiyorum. Bunu yalnızca çok yakın olduklarımla yapıyorum. Bir bardak viski ile ya da kuru kuru giden bir birayla... Ne kadar itici güç eksikliği olursa olsun veya ne kadar itici güç fazlası olursa olsun, kendimi açık etmeyi, gerçek ben'i ortaya sermeyi sevmiyorum. İşte işaret dili bu noktada yardımıma koşuyor. Kimse bilmiyor bunu, kimse ilgilenmiyor bunu öğrenmekle.

Ben öğreneceğim. Ben ve sırayla en değer verdiğim insanların öğrenmesini sağlayacağım. Sessizlikler acı dolu değil, duygu yoğunluklu olacak ondan sonra. Sessizliğin başladığı yerde kelimeler hayat bulacak. Parmaklarımızın ucunda...

Ugg giyen erkek

Seni sevmiyorum arkadaşım, bunu bilmeni istiyorum. Seni bugün bir Avm'de gördüğümden beri mutsuzum. Ugg denen garip şeye zayıf kızların ayaklarında anca alışabilmişken seninle tüm toplumsal normlarımın yıkılışını görmek kahretti beni. Düzenimi bozdun, işkillendirdin beni. O dar mavi kotun ve salak yeleğinin altına giydiğin krem Ugg'ın iğrenç birlikteliği yemeğimden soğuttu beni. Bir de kasıla kasıla yürümen, erkeksi duruşun, maço bakışların falan bunla birleşince rezalet oldun. Ugg giyen beynini deşip parçalayasım geldi. Sen sarışın, altın suratlı bir İsveçli değilsin. Paris'te takılan bir gurme de değilsin. Sen basit abazan bri türk gencisin ve o ugg midemi bulandırdı sende.

Eve gelip buna bakma ihtiyacı hissettim: Ugg'lara olan görüşümü değiştiren bu tatlı kıza.

Sen mi? Sen Elvis şarkısı söyleyen bir Serdar Ortaç olamazsın gözümde.

Derdin ne senin?

Bazen diyorum, gitsem bir oduncunun karısı olsam, tüfeğim olsa avlansam, hayatım daha mı basit olurdu? Daha mı katlanılabilir olurdu ya da? Sanmıyorum. Hayat her haliyle katlanılmaz bir şey, çoğu zaman.

Ben hikaye anlatmıyorum. İstemiyorum anlatmak. Hayatım hikaye değil çünkü. Kendi içinde trajik, güldüren, gülümseten, kızdıran ve başka pek çok duyguyu yaşatan bir oyunu oynuyorum. Belki de bu yüzden yazmaya ihtiyaç duyuyorum, kafamda türlü karakterler yaratıyor, yeni resimler çiziyor, yatağımdan fırlayıp onları kağıda dökmeye çalışıyorum. Henry Chinaski, karakter olarak ilgimi çekse de ona dönüşmeyi istemem. Hoşuma gitmediğinden değil, olamayacağımı bildiğimden. Ne kadar özgürleşmeye çalışsa da bazı düşüncelerim, belli toplumsal normları, kuralları, inançları reddetmeyi reddediyor. Üstesinden gelemiyorum. Kendisiyle savaşa girmiş bir karakter. Partideki çılgın, yemek masasındaki durgun kız. Yalnız kalmaktan hoşlandığını söylediğinde yadırganan tip. Normal değilsin! Normal değilsin! O zaman neden bu kadar ısrarcısın, düz insan olmakta? Derdin ne senin?

19 Şubat 2011

The King's Speech

Çok sözler söylenecek hakkında bu filmin. Bir sürü ödül aldı şimdiden, almaya da devam edecek, eminim. Söylemek istediklerim, filmin 'muhteşem, dahiyane, inanılmaz etkileyici' olduğu üzerine değil ama.

Kraliyet ailesi. Yalnız, dadıların elinde büyütülmüş, derdini anlatamamış, sonunda içine kapanmış ve 4-5 yaşlarında kekeme olmuş bir çocuk, ileriki zamanlarda ise 'Dük' Bertie, konuşmasını düzeltme çabalarının bir yeni hamlesi olarak Lionel ile çalışıyor. Başarıp başarmadığı kısmı değil önemli olan.

Lionel, önce dük, sonra da kral olan 'hasta'sından eşitlik istiyor. 1 şilinine iddiaya giriyor, onunla şakalaşıyor, kraliyet olgusunun kutsallarıyla dalga geçtiği bile oluyor zaman zaman. Ama 'Bertie'ye esas yardımı, onun kendisine açılmasını sağlamak, bir 'arkadaşla' konuştuğunu ona hissettirmek oluyor. Bertie anlatıyor: 'Bir dadım vardı, David'i severdi. Ebeveynlerimizle görüşme vaktimiz geldiğinde beni çimdiklerdi ki hemen ağlamaya başlayayım ve ona geri iade edileyim diye. Sonra bana yemek vermezdi (....gibi bir şeyler), durum fark edildiğinde 3 yılı geçmişti ve mide problemleri baş göstermişti bende...'

İlgisizliğin, yalnız bırakılmanın, hep 'bir başına kalmanın' bir insan üzerinde yaptığı tahribatın tasvirinin bu kadar İngiliz bir şekilde anlatıldığı bir başka film görmedim. Sonunda olay, bir arkadaş edinmenin rahatlatıcılığına, sorunların aslında paylaşıldığı zaman neden oldukları başka problemleri çözmeye yardımcı olduğunu görmeye bağlanıyor.

The King's Speech, bana bir kralın hikayesinden çok, hayatın her anında karşılaşılabilecek sıkıntılardan kurtulup düzlüğe çıkmanın, dışarıdan yardımlara ne kadar muhtaç olduğunu anlattı bu akşam.

17 Şubat 2011

Do I have to stay?


It's much too late for the action
you've made this place unbecoming
do I have to stay?
These eyes have one more discovery
will it be wasted on monday?
Do I have to stay?

16 Şubat 2011

Turist

Üstelik öğrenci, üstelik kadın... Hem de İstanbul'da, bir hata yapmış gelmiş buraya dört aylığına. Nerelisin dedim, Kıbrıs'ta yaşıyorum, Yunanistan'da doğdum dedi.

Bugün okulda bilgisayar laboratuvarındaydım. Bomboştu ve ben de sia -breathe me dinliyordum.


İçeri bir kız girdi. Taş çatlasa yirmi yaşında. Gülümsedi bana, ben başımı salladım kibraca. Müziği kapadım. Yaklaşık yirmi dakika sonra yaklaştı bana, İngilizce bilip bilmediğimi sordu. Sanırım biliyorum, dedim. Akıcı bir İngilizceyle derdini anlattı bana: Bir adres varmış, google maps'te bulamamış. Ben biliyor muymuşum acaba orayı...

Yeniyim İstanbul'da; ama bir şansımı deneyeyim dedim ona. İç çekti. Daha sonradan öğrenecektim geç kaldığını, acelesi olduğunu. Yirmi dakika boyunca çekinmiş bana sormaya (çok sessizmişim). Bilmiyordum; ama biraz araştırmayla buldum.

Ona otobüslere kadar eşlik etmeyi teklif ettim; zira bilmiyordu otobüsleri. Dolmuşa bin dedim, o nedir dedi. Nasıl anlatayım bilmeyen birine dolmuşu? Neyse dedim, gel gidelim. Bu arada Türkçe biliyor musun diye sordum, sadece "teşekkürler" demeyi biliyormuş. Kibarlığa bak. Biz yurt dışına gitsek ilk olarak küfürleri öğreniriz.

Otobüs gelmek bilmedi (30 M). Bir de üstüne bu acıktı. Abi ne iştahlı kız yalnız ya. Ayaküstü iki dakikada balık ekmeği götürdü. Bir de tatlı tatlı sırıtıyor.

Neyse, az önce kapı çaldı. Eve biri geldi. (İsim yok, no comment.) Kızı sağ salim ulaştırdım gideceği yere. Ama maceralıydı. Onu da daha sonra yazarım. Kafam dağıldı.
bilgisayarımda yazdığım herhangi bir metni bir türlü yayına sokamıyorum. html hatası veriyor, nedenini anlayamıyorum.

buraya neden bir türlü yazamadığımla ilgili bir yazı, taslaklar kısmında bekliyor. nasıl bir insana dönüştüğümün kısa bir özeti aslında. bencilliğimin, kötülüğümün, ukalalığımın, kendimden iğrenmemin nedeni. en yakın arkadaşına nasıl sırt çevirdiğini anlatan birinin hikayesi.

Ölüm ve yalnızlık

Ne değişmişti ya da ne değişecekti bilmiyorum. Sadece karşı koyulamaz bir şekilde eski fotoğraflara, anılara, geçmişi hatırlatan şeylere bakmalıydım. Gece bir anda fırlayınca yataktan, sanki birileri adımı haykırmış gibi, kendimi bilgisayarı açarken buldum. Elimi uzattığımı bile hatırlamadan şifreyi girdim, açtım bilgisayarı.

Neydi o anki ruh halim? Gerçekten kendimi o denli kaybetmeye değecek bir şeyler mi arıyordum? Ben... Ne umuyordum?

Bir arkadaşım var, yakın bir eski arkadaş. Onun Facebook şifresi vardı bende. Bana üç yıl önce vermişti, bir kere bile girmemiştim. Ama işte hafızam iyidir, unutmamış. Girdim hesabından. Facebook kullanmayı bilmiyorum; bir anda apışıp kaldım. Duvar, profil, mesaj... Halbuki ben sadece fotoğrafları istiyordum. Sadece bana geçmişi hatırlatacak birkaç fotoğraf. Farkında olmadan Winamp'te şu şarkıyı açmışım bile (şarkının ortasında fark ettim şarkıyı açtığımı, o derece kendimi kaybetmişim)


İnanılmaz bir şekilde, şarkıyı sesli olarak söylüyordum. Sözlerini ne ara ezberlemiştim? Bu şarkıyı sanırım ikinci dinleyişimdi; eğer öyleyse nasıl yer etmiş beynimde bu denli? ("But all you hear is laughter")

...Ve dolandım facebook'ta. Onun arkadaşlarına baktım. Zaten o benim lise arkadaşım olduğundan tüm arkadaşlarını tanıyordum neredeyse. Neler değişmiş, kimler nerelerde, kimler kimleri düşünüyor... Facebook denen hayat merkezinde nasıl da her şeylerini ortaya seriyor insanlar. Ne kadar rahatlar bu konuda. Ne kadar salaklar aynı zamanda... Bunları şimdi düşünebiliyorum. Gece tek düşündüğüm bakmak, daha çok daha çok bakmaktı. "O fotoğrafın çekildiği yeri biliyorum, o adamın yanındaki kızı tanıyorum, aa lisede o gün ne gülmüştük..." Tüm arkadaşlarım (biri hariç) bana verdikleri sözü tutmuşlar: Facebook'ta bana ait bir fotoğraf yok. Ben, yarın ölsem, insanlar vesikalık fotoğrafımı takabilirler yakalarına yalnızca. Onu da önce benim cüzdanımdan alacaklar, ardından renkli fotokopi, sonra da çoğaltacaklar... Uzun iş. Sadece cenazeye gelip ağlayacaklar işte. Fotoğrafım olsa ne olur olmasa ne olur.

Ben saatlerce geçmişimi talan ederken, anılar bir bir üşüştüler üstüme. Lise odaklıydı çoğu. Hem de ne odak! Kahrolası melankolimin kaynağı orasıydı. Orada ilk tohumlar atılmış, zehir yavaşça büyümüş ve sonra bir anda, bir yaz, amansızca benliğimi ele geçirmişti. Şimdilerde küfrettiğim bu ruh halini o zamanlar hiç yadırgamayışım, ona sanki hayat boyu aradığım "huzur" duygusunun varlığıymışçasına sarılışım tevekkeli değil benim yalnızlığımmış. Aslında düşünüyorum da: Ben hayat boyu yalnızdım. Çevremde birilerinin oluşu bunu değiştirmiyordu. Ailemde bile yalnızdım. Babam mükemmel bir babaydı, olmak isteyeceğim türde bir babaydı, ama yalnızlığıma çare değildi. Farklıydık onunla, zaten ben geç kalınmış bir çocuktum bir de yaşça benden çok büyük iki abi girince işin içine adamla hiçbir zaman ortak zevklerimiz olamadı. Bazen hatırlıyorum babamı, garip geliyor. Şimdi beni görse, konuşsak ne der merak ediyorum. Hani hüzünle karışık bir merak oluyor içimde. Özledim lan. Gerçekten. Hayatımda ilk defa buraya yazıyorum babamla ilgili duygu ve düşüncelerimi. Cümlelerimin acemiliği ondandır. Ama dediğim gibi, iyi adamdı. Beni de herkesten çok severdi. Henüz on üç yaşındaydım öldüğünde.

...Ve yalnızlığımda annem vardı. Kadın hep bir telaş içinde, hep bir kovalamacada. Üç erkek evladı var, üçü de birbirinden farklı. Hangi biriyle uğraşsın? Bunu düşünemedi annem, hepimizle de uğraşmak istedi. Hayatını bize adadı ve tabii ki karşılığında bir bok alamadı. Zaten geri dönüşü olmayan bir hastalığı var artık, üç-beş seneye aramızdan ayrılacağını düşünüyorum. Buna kendimi hazırladığımı bilmek garip hissettiriyor bana. Yani yarın bir telefon alsam, anneni kaybettik deseler bir an durup sonra yapılması gerekenlere başlarım. Önce İzmir'e uçak bileti, sonra Levent'e haber vermek. (Niye Levent? Herkese haber ulaştırır o. Herifin Facebook'unda milyon tane insan var.) Neyse, bu konuyu çok uzatasım yok. Kalpsizlikle suçlanabilirim. Halbuki tam tersi. Ölüm her an dibimizde olan bir şey ve onu görmezden gelenler benim için asıl kalpsizler. Birinin yanında bir konu açın. Mesela ona "Yarın annen ölse ne yaparsın?" diye sorun. Eğer ki size "Sus! Allah korusun konuşmak istemiyorum!" derse umudu kesin ondan. Hayatın en büyük gerçekliği ölüm, eğer ki sen onunla baş edemeyeceksen kendinle hiç baş edemezsin. Yalanı yaşar durusun ömrün boyu.


Yalnızlık diyordum, evet. İki abim var benim. Biriyle ilişkimiz yoktu son üç yıldır. Yeni yeni bir şeyler başlar oldu. Severdik; ama haz etmezdik birbirimizden. Ben ona göre fazla içime kapanıktım, fazla düşünüyordum, fazla umursamazdım, fazla duygusaldım... O da bana göre fazla gereksizdi... Bunları söylemekten çekinmezdik de, zaten sorun orada. O 34 yaşındaydı bunlar olurken, ben 17. Öncesi de var tabii. Yani ben yine yalnızdım.

Bir abim daha var, ama onla aramız çok iyidir. Yalnız olduğumu hiç hissettirmedi bana. Sadece onunla bambaşka iki insanız. Hiç (bak hiç diyorum) ama hiç ortak noktamız yok. Yazık...

...Ve yalnızım ben. Bunu kimse de bilmiyordu. Bilmemeleri daha iyiydi tabii ki, yoksa sürekli birileri "Niye?" der dururdu. Gerçi bir kadın vardı, bunu biliyordu. Okuldayken beni hep odasına çağırırdı. Rehberlik hocasından bahsediyorum. O çağırır; ama ben gitmezdim. Sanıyorum bir kere gittim sadece. Onda da Freud'a bağladı kadın, analiz edecek beni falan aklı sıra. Hiçbir şey belli etmedim, hiçbir düşüncemi paylaşmadım. En sonunda bana "Senin vücut hareketlerinden bir sonuca vardım o da şu..." gibi açıklamalara girişti. Yanlıştı dedikleri. Bir şey demedim. Fakat ertesi gün okulda annemi gördüm. Ne oluyor dememe kalmadan rehberlikçi geldi kaptı annemi. Odasında iki saat konuştular. Yazık anneme, oğlunun intihara meyilli olduğunu -ciddi derecede- ilk defa bir rehberlik hocasından duymuştu. Evde ağladı, neyi eksik yapıyorum falan diye kendini paraladı. Ah be canım anam, hiçbir şeyi eksik yapmadın. Yapmıyordun. Sadece bazen olmuyor anlıyor musun? Yapamıyor insan, yetmiyor. Ne istediğini bilemiyor. Tek suçlu ben kendimim, kimse değil.

Dün dolaştım anılarımda. Anılarla, fotoğraflarla, kişilerle geçirdim zamanımı. Çok sevdiğim, uzun zamandır görmediğim kişileri buldum oralarda. Şimdi yine kendi yalnızlığımda, kaybolmuş gidiyorum.
Affedin, ne yapsanız da olmuyor bazen.

12 Şubat 2011

Mahremiyet

En çok bir şeyler yazarken ihtiyaç duyuyorum buna. Hani erkeklerin genelinde vardır; biri bakarken ya da arkada sırada beklerken çiş yapamayız. Yazarken çevremde birinin olması da bende aynı etkiyi yapıyor. Yazamıyorum, geriliyorum, bir türlü çıkmıyor kelimeler.

"Hadi ama, bakma artık!"
"Yaaa, görmek istiyorum ne yazdığını!"
*Of!*

Sonra zaten yazmaya heves ve hatta güç kalmıyor.

Bir şarkıyla sonlandırayım meramımı. En azından iyi bir şeylerle bitirmiş olurum yazımı.

05 Şubat 2011

Çocuk

-Abi! abi!
-N'oldu yakışıklı?
-Abi şuradaki abiler topumuzu aldılar vermiyorlar.
-Neredeki abiler?
-Aha bak şunlar! (Bana gelen çocuk 7-8 yaşlarında, abiler dediği ve gözlerimin yirmili yaşlarda bir çeteyi aradığı yerde de 11-12 yaşlarında üç tane velet var)
-Tamam, gel gidip bir konuşalım bakalım neymiş.
-Sağol abi!
*fısıldayarak yanındakilere* -Şimdi gününü gösterecek onnaraaa!

-Gençler, bu çocukların topunu niye aldınız?
-Biz almadık abi.
-Ama top elinizde?
-Onlar verdi abi.
-Ama onlar verse niye benden yardım istesinler?
-...
-Hadi verin toplarını.
-Alsınlar abi yaaa, onların toplarına mı kaldık.

*Çocuklar bırakılan topu alıp koşarak sırra kadem basarlar*

-Neyse, ben gideyim artık. Siz de iyi bakın kendinize.
-Tamam abi.
...
-Abi!
-Efendim?
-Abi senin sevgilin var mı?
-Yok. Niye?
-Abi eğer sevgilin olursa, onun da güzel kız kardeşi olursa bana ayarlar mısın?
*Ciddiyetimi korumaya çalışarak * -Yaşın kaç senin?
-12!
-Tamam, olursa ve onun da kardeşi olursa...
-Kardeşi olursa değil abi. 'Güzel' kardeşi olursa.
-...Onun da güzel kardeşi olursa sana ayarlarım.
-Sağol abi!
-Ama sen de benim için bir daha kimsenin topunu almayacağına söz ver.
-Tamam abi söz.
*Yandakiler de karışır söze*
-Söz abi!
-Söz!

-Tamam o zaman gençler, ben gidiyorum. İyi bakın kendinize.
-Abi!
-Evet?
-Abi, o kızın güzel arkadaşları olursa onları da bize ayarlar mısın?
-Tamam lan tamam.
-Ne gülüyorsun abi ya?!
-Tamam pardon. Bir an aklıma... neyse... İyi günler size.
-Sana da abi.

*Aramıza elli metre falan girdikten sonra bağırarak*

-Abiiii! Kızı ayarlamayı unutma haaa!

Piç seni. Adımı çıkaracak mahallede...

04 Şubat 2011

Sevip sevip kuyruğuna gelmek

Uykusuzluk sarhoşluktan daha beter. Eller titriyor, yüz solgun... Kilo verdim baya, bir de Zeki Müren çalıyor fonda. Son zamanlarda onu da çok dinler oldum. Bir tarafta Damien rice, Raphael, Ane brun; bir tarafta Zeki Müren. Şey gibi farkları: Viski ve rakı.
Bu gece viskiyi rakı şarkılarıyla içiyorum. Şerefe!

"Ya beni de götür ya sen de gitme"

Seve seve kuyruğuna geldiğinde olacağı budur. Bir noktadan sonra durup düşünmeyi gerektirir ne yapacağını bu aşkı. Zira içinde aşk var, sevgi var, sadakat var; ama bir şeyler yok. Ne onlar? İlişkiye saygı mı, sevdiğine saygı mı? Yoksa gerçek kalıcı bir anlayış ve ona istinaden zeka mı arıyor insan? Bilmiyorum. Zeki abinin dediği gibi "Gözlerin doğuyor gecelerime".
Eh, burayı okumadığı için en azından "Gözlerin doğuyor gecelerime" diyeyim. Nefret ediyorum bu tarz şeylerle sevdiğin insana gönderme yapmayı. O yüzden okumadığını bilmek iyi oluyor.

"Geçilmez gurbetin sokaklarından"

Eh, ya bana her yer gurbetse? Bu siktimin şehrinde, dünyasında ve kendi dünyamda aidiyet duygusu taşıyamıyorsam? O zaman ne olacak?Hiçbir sokaktan geçemeyecek miyim Zeki abi? Bana yaşamak haram mı? Hadi öyle oluyor diyelim, o zaman benim suçum ne?

Bak şimdi, burayı okuyan artık her kimsen, gel benim sırdaşım ol bu gece. Bende anlatacak şey çok, cevapsız binlerce sorum var. Hazır mısın?

Niye seçimler insanın hayatını daha iyiye götürmek üzere tasarlanmış? Eminim vardır bildiğin klasik cevaplar buna. "Mutlu olmak için... Yaşamın seviyesi... Gülerek uyanmak..." falan filan. Geçelim onları.
Daha iyi bir hayat istiyoruz çünkü bilinmeyen bizi çekiyor. Işık, şaşaa, para, zevk, kadınlar/erkekler, güç, iktidar... İyi de madem öyle bunlara sahip olan kişiler niye mutlu değil? Bana niye en çok intihar oranının en zengin ülkelerde olduğunu, "Abi herif her şeye sahipti" dediğimiz kişilerin kendini köprüden atmak istemesini açıklayabilecek misin? Ah evet biliyorum: "Doymuş adam her şeye. Artık zevk almaz olmuş".

Madem böyle bir risk var, niye daha çok daha iyi daha müthiş daha süper şeyler istiyoruz? Yok işte cevap. Bir kulübeye girip Allah aşkı için ölene dek orada yaşayan dervişle, daha çok isteyip her şeyi elde edip boka battığını fark eden adam arasında fark yok.

"Buralara sık sık gelişim ondan"

Zaten sevip sevip kuyruğuna gelmekle, yaşayıp yaşayıp sonuna gelmek arasında fark yok. Benim için ikisi de sona ulaşmış gibi gözüküyor. Tek iyi yanı şu: Kuyruğundaki sevgi bile doğru şekilde oynanırsa yaşamın kıyısından çıkarıp alabilir insanı. Yaşam, aşkı çıkaramaz.

"Yağmur vururken cama, dalarken gece gama... Özleyen kollarıma usulca sokul yeter"

Ah be abi, sen de erken öldün. Herkes erken ölüyor.

03 Şubat 2011


"...batarken güneş ardından tepelerin
geldi elveda zamanı teletabilerin"

Aynı zamanda wallpaper'ım olan ve deviantart'ta bulduğum november temalı bu nadide fotoğrafı paylaşmak istedim. En nihayetinde bir teletabi güneşi kadar ömrü yok o yaprağın.

01 Şubat 2011

Origami

İnsan hayatı değersiz derlerdi de inanmazdım. Bir dakika ile ölümüme gidebileceğimi nereden bilebilirdim. Ve hatta ölümün bu kadar sıradan ve doğal olacağını…

Ben ölüyüm. Ne kadar merak ederdi yaşayanlar ölümü. Hâlbuki ne kadar basitmiş! Bir an korkuyla gözlerinin çeviriyorsun ve gelen kamyonun büyüklüğünden ürküyorsun. Sonra hızla inanılmaz bir acı çekiyorsun ve gözlerini açtığında kendi kanlı bedenini yerde görüyorsun.

O kadar işte. Ölüm denilen şey bu: Görmek, hissetmek; ama yaşayamamak. Bedenime bakıp çığlıklar içinde haykırdığımı hatırlıyorum; ama kimse, özellikle siz yaşayanlar, duyamadı beni. Çocukluğumuzda bize anlatılan hayalet hikâyeleri, ruh çağırma seansları vs hep doğruymuş. Biz bu dünyada yolcudan başka bir şey olmadığımızı sanırken aslında gerçek dünyanın o olduğunu anladım ben. Doğan her bebeğe gıpta ile bakarız. Ölen kimse umrumuzda olmaz. Dünya yaşantısından kalan dostluk ve/veya düşmanlıklar burada işlemez. Burada hiçbir şeyin değeri yok. Ama beni gidip cesedimin yattığı toprak yığınının üstünde sonsuza dek özlemle oturup beklemekten alıkoyan tek bir şey var: Origami. Ölü origamisi.

Ölü olarak geçen bu sınırsız zamanımı hızlandırabilen tek şey o. Eski yaşantımdakinden biraz farklı tabii. Burada origami demek büyük bir kumar oynamak demek: Şimdiki varlığımızı eğip büküp, kendi varlığımızı dahi unutacak kadar değiştirerek yeni bir kimliğe bürünmek. İşte biz ölülerin origamisi bu. Tabii ki bunu yapmamızın bir amacı var: Gıpta ile baktığımız yaşayanlar dünyasına dönebilmek. Bir kez daha iştahla hamburger yemek, bir kez daha çılgınca kahkaha atabilmek... Her şeyi tekrar tekrar yapabilmek istiyoruz!

İşte kendi origamimi anlatacağım size: Önce bir hedef belirliyorsunuz kendinize. Genellikle biz ölüler genç ve sağlıklı bireyler ararız kendimize (yeni bir bebek dünyaya getirmeleri daha olasıdır). Ama bu oldukça revaçta olduğundan bazılarımız yaşlılara, bazılarımız da daha farklı olarak laboratuarlara dadanırlar. Şahsen otuz insan yılı boyunca geçirdiğim ölülüğümde türedi bu şey yeni yeni. Ben sağken (ah ne güzel cümle!) yoktu bu. Demek ki siz salak yaşayanlar o kadar da salak değilmişsiniz. Biraz da olsa ölüm sonrasını düşünüyorsunuz. Zira anladığınız üzere ölüm origamisini gerçekleştirmek için yeni doğacak bir bebeğe ihtiyacımız var. Bebek doğduktan sonra biz oraya gider ve dokuz ay boyunca yakından izlediğimiz, arada sırada vücuduna girerek ona ölümü tattırdığımız beden ilk kez dünyaya çıktığında da biz alırız onun vücudunu. Sonra her şey sil baştan oluyor, sanırım... Zira yaşarken ölüm ne kadar bilinmezse, ölüyken de yaşam o kadar öngörülemez oluyor. Anlaşılan yukarıda birileri ciddi anlamda dalga geçiyor bizimle.

Şimdi benim yeni bedenimin doğmasına kısa bir süre varken size merak ettiklerinizi söyleyeyim. Evet, istersem gidip ailemi ve/veya başka birilerini izleyebilirim. Ama hayır onlarla konuşamam. Onlara herhangi bir şekilde varlığımı hissettiremem. Bizler ve sizler ayrı dünyaların insanlarıyız. Hem zaten onları izlesem ne olacak? Ben tekrar yaşayan olmak istiyorum. Bunun için de kendi origamimi gerçekleştirmem gerekiyor. Bana ne karımın yeni kocasından, bana ne oğlumun yatalak olmasından.

Hayır, açlık hissetmeyiz. Dünyevi şeyleri hissetmeyiz ama onları hissetmek için her şeyi verirdik. O yüzden origamiye sığınıp ruhumuzu değiştirerek yaşayanlara bir bebek olarak katılıyoruz. Başka çaremiz yok... Gerçi... Hayır, bundan bahsedemem... Ama şu kadarını söyleyeyim: Bazılarımız o kadar umutsuz oluyor ki bir şekilde dönüyorlar yaşama. Ama bunun kadar ağır bir bedel ödemeyi nasıl kabul edebiliyorlar anlamıyorum. Hayır, ısrarcı olmayın, söylemeyeceğim. Ölümden yeterince korkuyorsunuz, bir de korkudan delirmenizi sağlamak istemiyorum. O kadar da unutmadım vicdan denen şeyin ne olduğunu…

Evet, kendi yaşam boyutumuzdaki ölülerle konuşabiliriz. Onlarla istersek poker bile oynayabiliriz. Ama ben uzun, çok uzun yıllardır ölü olan biri olarak söyleyebilirim ki bugüne dek konuşan bir ölü görmedim. Buna ben de dâhilim. O yüzden gidip dedemi bulmamın, gidip dünyadaki favori aktrisimi görmenin bir anlamı yok. Onlar da kendi dertlerindeler ve yaşama dönmekle meşguller. Ama şunu eklemeliyim: Yaşamları daha bebekken sonlandırılanları da hiç görmüyoruz buralarda. Onlar, dünyadayken annelerimizin bizi kandırdıkları gibi melek mi oluyorlar gerçekten de? Bilmiyoruz. Sadece burada bu umutsuz bekleyenler içinde umutsuzcasına ağlayan bir bebek yok. Çocuklar da çok nadiren görünüyorlar. Garip.

Evet, en güzel soru. Yaşama döndüğümüzde bugünleri hatırlayıp hatırlamayacağımızı bilemiyoruz. Demiştim; yaşam da bize muamma şu an. Sadece origami ile yaşama dönenlerin bebeğin cılız vücuduna girip ilk nefesini almasını sağladıkları andan itibaren artık yeni bir kişi olup çıktıklarını biliyoruz. Hazır konusu açılmışken onu da ekleyeyim: Biz yalnızca yaşamdakilerin ne zaman öleceğini en ince zaman aralığına dek anlayabiliriz. İki ay on gün yirmi bir dakika üç saniye iki buçuk salise ve 8 nanosaniye vs… Ama doğacakları günü ve ondan sonra ilk nefesini ne zaman almaları gerektiğini anlayamayız. Yeni doğan bir bebeği, yaşama açılan o narin kapıyı yok etmemek için de bildiğimiz tek işareti bekleriz: Bebeğin poposuna tokat atılmasını. Bunun üzerine hızla origamimizi nihayete erdiririz. Yani bebeğin varoluşunda yerimizi alırız. Ondan sonrasını bilmiyorum demiştim.

Pekala o halde. Bu kadar bilgi vermek yeter. Yaklaşık olarak birkaç ay içinde dünyaya yeni bir bebek gelecek. Bir kız. Ailesi ismine hâlâ karar veremedi. Eğer şanslıysam bu sefer origamim gerçekleşecek ve ben o kızla yeniden hayat bulacağım. Reenkarne deniyordu buna dünyadayken. Ne kadar saçma! Bunun yeniden doğmakla alakası yok. Yeniden dünyaya gelmek de değil bu. Sadece yaşama karşı duyulan inanılmaz istek. Ve ben bu sefer bunu gerçekleştireceğim! Yeniden yaşayanların arasına katılacağım! Yeniden, yaklaşık seksen yıl sonra. Seksen yıl! Bir insan ömründen uzun. Ama biz ölüler için beklemekle geçtiğinden dolayı daha da uzun. Varoluşumuzun her saniyesi görüp anladığımız bu dünyaya dönmeyi istemek ne kadar uzun sürer bilir misiniz? Üstelik yalnızız da. İstesek birbirimizle konuşabilir miyiz onu bile bilmiyorum; hiç denemedim ki! Biz tek bir şeyi deniyoruz sürekli ve sürekli: Yaşama dönmek.

***

Doğuyor bebek. Ailesi adını “Hayat” koymaya karar verdi. Hayat! Hayat! Ah ne kadar güzel bir hediye benim için. Herhalde isteyip isteyebileceğim en güzel isim bu benim için…

Ah işte başı gözüktü bebeğin. Bir ölü olarak heyecandan delirmek üzereyim! Çok az kaldı. Yakında o bebeğin poposuna vurulan tokatla birlikte vücuda gireceğim. Bir kez daha bir bütün olacağım onunla. Geride bırakacağım bu anlamsızlığı. Yaşama döneceğim. Yaşama!..

Vurdu… Şimdi sıra bende. Gidiyorum. Dönüyorum. Yıllarca beklediğim bu bebeğe hazırım artık. Diğer ölüler burada değiller. Biliyorlar bunun benim olduğunu. Anne rahmine ilk düştüğünden beri ben ilgileniyorum onunla. Kaç kere içine girdiğimde sabırsızca tekme attım annesine. Çıkmak için. O rahatsız pozisyon değişsin diye. Ben yokken boş bir kabuk değil mi o beden? Evet…

Bitiyor. Ağlıyorum şu an, farkındayım bunun. Her şey puslanıyor. Uykum mu geldi ne? Evet ben uyuyayım. Önümde uzun bir hayat var beni bekleyen. Uzun, çok uzun. Hayat...

Estranged

şarkıyı çok sever, deli gibi dinlerdim. Hâlâ sever; ama çok nadir dinlerim. Klibini çok sever, izlerdim. Hâlâ severim. Aklıma geldi nedensiz, izleyeyim dedim. Hatta izlettireyim.

Klipteki kaybolmuş yalnızlığın verildiği anlara dikkat. Özellikle Axl'ın bara yürürkenki başı öne eğik ama umursamaz hali.