28 Nisan 2011

Layetenahi

"Ben büyüdüm ve değişti dünya"

Uzun bir şey yazmak gerek, gücüm yok. Bir anda tüm yaşam enerjim sökülmüş gibi hissediyorum. Bu blog, artık, ömrünü tüketmiştir. Önce sen ayrıldın, şimdi de ben ayrılıyorum. Ben yine kimsenin bilmediği, kendi okuyucu kitlesini veya takipçilerini kendisi edinecek başka bir blog açarım. Hatta kimseyi edinmesin, kalsın bana özel. Orada senin okuduğunu bildiğim bir yerde yazamadığım nice şey yazarım. Kan kusmak, sevgi kusmak...

Bir daha post yazmamak adına, anısına ve hem sana hem bana hissettirdikleri adına elveda Layetenahi o halde. Hoşça kal her neyse.

İlk post ile son post aynı başlık adıyla ve tarafımdan yazıldı. Ne müthiş!

Elveda eski dost.

Veda

Hoşça kal, Layetenahi. Taslaklar'da okunmayı bekleyen aynı başlıklı bir yazı var, yayınlama konusunda çekincelerimin olduğu.

İyi zaman geçirdik, ancak klişe tabirle 'bize ayrılan sürenin sonuna geldik'

yalnız bu klişenin sonunda 'yarın yine görüşmek üzere' yok. Kendinize iyi bakın.

26 Nisan 2011

Bunu sana yazdım

Hemen üstünüze alınmayın, yazdığım kişiye zaten mesajla belirteceğim bu yazıyı. O da gelip okuyacak. Zaten kendisi benim yazdığım hemen her şeyi okuyor. Daha henüz yeni yeni samimi olurken romanımı okumuştu iki günde. Uzun ve ağır bir romandı üstelik. Sonra tweet'lerimi okuyor -ki zaten Twitter hesabımı bilenler arasında (follower'lar arasında) beni tanıyan tek kişi o. Özel bir kız, özel bir arkadaş. Asla da çok samimi olmadık nedense. Korktuk karşılıklı sanırsam.

Yorgunsun sen değil mi arkadaşım? Son mesajında anladım bunu iyice. Üzüldüm ve çekindim senin adına. Telefonuna mesaj atmak zahmetli olacaktı. Çok şey var söylenecek, zor olur mesajda. Arayasım da gelmedi, senin de çok hoşuna gideceğini sanmıyorum aramamın. Bir anda çıkıp edebiyat yapacak bir adamın insanı rahatlatacağını düşünmek oldukça saçma. Hem bak, ben kendi açımdan değil senin açından bakıyorum olaya. Kendi açımdan bakacak olsam çok net olurdu yazacaklarım. "Siktir et abi, değmez." Ama işte, senin açından bakınca değeceğini düşünüyorum hayatın. Hayat; yaşamaya değer güzelim.

İlk karşılaşmamızı ne güzel tasvir etmiştin. Uzun bir yazı, içinde ben varım sen varsın bir de bir başka kız daha var. Sonrasında da herkes var. O sonraki kısmı aslında daha da iki kişilikti değil mi? Kalabalık içinde iki kişi olmak bazen ne güzel olur. (Cumhuriyet dönemi romanları havası sezinledim bu cümlemde. Uuu!) Kıymeti bilinmez çoğu zaman -ki zaten biz de istisna değildik. Kaynadı gitti. Hatta, o yazdıklarından sonra ilk defa olarak bugün hatırladım o anları. Aradan o kadar zaman geçmiş, o kadar anı değişmiş... Ama bugün attığın mesaj sonrası bir anda sızdı düşünceler beynime. Bir bara gitmiştik beş kişi. İzmir'in o güzel yağmurlu akşamlarından biriydi. Bir şemsiye almıştım -hâlâ sakladığını söylemiştin bana aylar önce- iki kişi koşturmuştuk saçakların altında. Sonrasında da bol bira ve aptal muhabbetler. O zaman iki kumru vardı karşımızda, aşık iki insan. Nasıl salaklardı şimdi hatırlıyorum da... Biz de gayet resmiydik, ilk başlarda. Sonrasında patlamış mısırlar, geometri soruları... Bana bile garip bir sarmalı varmış gibi geliyor. Ne alaka geometri ile bar? Ne alaka patlamış mısır ile ciddilik? Eh zaten sen ve ben, ikimiz, hep bu anlamsızlıkları sorgulayanlardan değil miyiz? O yüzden bana bugünkü mesajını attın. O yüzden ben sana o mesajdan önce sorma gereği hissettim: Neyin var?

Ben mesela çok dert anlatan biri değilimdir (istisnai birkaç durum hariç). Sen de öylesin çok net biliyorum. Hatta biz bunu konuşmuştuk da seninle. Ama nerede ve ne zaman onu hatırlamıyorum. Neyse, ben bugün mesaj atarken biliyordum senin zorda olduğunu. Gelen mesajının o kadar içten olacağını da beklemiyordum açıkçası. Ama zor durumda olanlar zor insanlara bulaşırlar değil mi? Sen de bana bulaştın işte. Belki senin için iyidir bu, umarım öyledir. Sonuçta kendin dedin "Umutla yaşamak güzel" diye. Al işte bu da umut. Unutma bunu.

Hatta bak unutmak ve umut ne çağrıştırdı bir anda: Umutmak. Umut etmek ve bunu unutmamak anlamında. Kabul et etkilendin? (Mesaj at tanışalım.)

Konuya gelirsem; ben sadece senin kısacık birkaç tweet'inden bu sonuca vardım. Yanılmamışım. Kaç kişi için bu sonuca varabilirdim ki? Toplasan bir-iki kişi. Birinin sen olacağını içten içe bilirdim; dıştan dışa bilmezdim ama. Tüm bunları üst ütse koyunca senin benim için yazdığın bir başka yazı gelir aklıma. "Bil bakalım niye bu kadar çok ... dedim" yazdığın yazı. Orada da sendin beni anlayan. Yağmurun altında şemsiyenin parasını unutmamı ve geri dönüp satıcıya "Abi kusura bakma" dememi bir daha hiç yüzüme vurmayan da sendin. Bak bunu şimdi ben yazınca olayın rezilliği gitmiş oluyor üstümden. Beş liranın hesabını yapmıyordum tabii ki; ama tam olarak öyleymiş gibiydi. Halbuki tek derdim senin daha az ıslanmandı. Zira bende vardı bir palto, senin laf soktuğun o pofuduk palto. (Ama sen ıslanmıştın ben ıslanmamıştım. Fark bu. Beyin bedava.)

Bunda anladığın gibi o lanet sınav stresinde ne yaparak (ya da yapmayarak) yanımda durabileceğini de anlamıştın. Aptalca mesaj atardın, ben de kısaca cevap verip "Abi ders malum" derdim. Hiç alınmadın bunun için! -Ki senin psikolojindeki bir kızın bundan alınmamasının ne zor olduğunu bilirim. Dedim ya anlıyordun… Bu özelliğe sahip tanıdığım iki kızdan birisin. Birini kaybettim, seni kaybetmeyeceğim. Bak böyle de duygusala bağlarım işte. Şimdi hemen gidip tweet yazacağım. (İki günde otuz tweet, 4 tanımadık followers, iyi lan!) Bak seninle konuşurkenki gibi oldu yazım da: Daldan dala atlıyoruz ve o arada beyin sürekli arka planda asıl konuyu toparlamaya çalışıyor. Sen de yapıyorsun aynısını, yoksa kursta tanıştığın dokuz yaşındaki çok yakın arkadaşını nasıl idare edebilirdin.

İnkar etmiyor kimse, zor tabii ki bazı şeyler. Senin de benim de aynı sayılabilecek zoraki düşüncelerimiz var. Hem hayata hem her şeye karşı. En acı yanı da her şeyin kapsamına hayatın yalnızca çok az bir kısmı giriyor. Genel olarak hayatlarüstü bir görüşle yaşamaya çalışıyoruz. (Ben daha başarılıyım ama bu konuda.) Camus demiş ya hani:

"Should I kill myself, or have a cup of coffee?"

diye, aynı hesap bu da. Yani ne anlamı var ki en nihayetinde ölecek olduktan sonra? Ama çok var işte. Var ki biz hâlâ varız. Var ki ben hâlâ burada sana bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Asıl yazanlar yerine bin tane alt metin veriyorum eline. Hani anla diye. Uğraş diye. Uğraşmaya değer diye. Bir gün elbet yağmur yağacak ve o güzel şeyin altında herkes ıslanacak. Ben de umarım, eğer şanslıysam. İyi ol tipsiz.

24 Nisan 2011

Eheh, Hiç güleceğim yoktu

Böyle bir cümle gibi başlık açtım ya daha ne yapayım? yarın öbür gün Taksim'e gidip kendimi Galatasaray'ın önüne zincirleyip açlık grevi yapacağım. "Amacını söylemeyen genç açlık grevi yapıyor. Peşinden binlerce liseliyi sürükledi"...

Bir bebeği var abimin, henüz bir buçuk yaşında. Kendisinden önce iki yeğenim daha vardı diğer abimden. (Türevin türevi oldu kusura bakmayın.) O iki şeytan bana dünyayı dar etmişlerdi. Ama öyle böyle değil. Hayır canımdan çok seviyordum, bir şey de diyemiyordum. Bırak vurmayı falan -ki hiç yapmadım- bağırdığımda bile içim acırdı. Bunu da anladı piçler, hep zaaflarımdan faydalandılar. Bacak kadar veletler beni kedinin fareyle oynadığı gibi oynattılar. Hâlâ da oynatıyor şerefsizler. Yarın öbür gün ölsem çok ararlar beni. Neyse. Doğal olarak bu iki veletten sonra diğer abimin bebeğine gayet rasyonel yaklaştım. Bilimadamı tavrı takındım denebilir. "Bu bebek niye yemek yemiyor?" diye yakınırsa biri, içimden "Hmm, oda sıcaklığı istediği düzeyde olmayabilir" falan dedim. Baya baya dilim yanmış yani o iki piçten.

Fakat bu son gelişimde (aramızda 20'den fazla yaş farkı var. Abi diye yutturamıyorum diğerlerinde yaptığım gibi, amca diyor bu) amca olmanın da verdiği bir sıcaklıkla kendi kendime şuna bir yavşayayım dedim. İşte şebeklikler yapayım, o mükemmel mavi gözlerine (ben kadında renkli göz hiç sevmezdim. Yeşil belki ama mavi asla'ydı. Bu bebekte mavi göz sever oldum ben) bakıp sırıtayım falan dedim.

Demez olaydım. Siz hiç bir buçuk yaşındaki bir kız tarafından madaraya çevrilen adam gördünüz mü? O kadar şımarıyor ki, bugün yemek yediği sürece benim de aynı şeyleri yememi istedi. Daha cümle kuramıyor; ama yarı Türkçe yarı Almanca'yla (abimin eşi alman) "Ye" diyor. Bebek maması güzel bir şey değil bunu belirteyim öncelikle. Abimler sofrada annemin yaptığı dolmaları götürürken ben muz, elma, adını bilmediğim tadı iğrenç bir şey, süt, ve adını bilmediğim toz bebek maması yedim. Üstelik bunlar bir posada eritilmişti. Üstelik şerefsiz ne kadar yerse ben onun iki katı yemek zorundaydım. İşkenceye bak.

"Abisi şımartma o kadar!"

İyi de seviyorum ya! Ben sevdiğim herkesi şımartırım. (Sonra tepeme çıkarlar orası ayrı. O yüzden yalnızca bebeklerde şımarmayı ve sonrasını tahammül sınırları dışında tutuyorum.) Ama tüm bu çektiklerime -mesela gece benim yanımda yatıyor kız. aynı yatakta sarılıyor bana. Onu ezmemek için uyuyamıyorum bile- değiyor. Çünkü bugün bana sarılıp yanağımdan öperken "cici seviyom ya" dedi. Kurduğu en uzun cümleydi bugüne kadarki.

Ben de seni seviyorum bebek. Büyüyene kadar sür bakalım sefanı.

21 Nisan 2011

Her neyse

Drafts'ta senin için yazılmış bir taslak var. Onu oku lütfen. Yayınlamak istemedim.

Ebeveynleri kaybetme korkusu

Bir adamı bir odaya kapatın. Mesela 1984'teki o özel odaya. (Bilmem kaç no'lu odaydı, üşendim araştırmaya. Unutmuşum.)

Orada en büyük korkusuyla yüzleştir. Ama asla korkusuyla baş başa bırakma. mesela işkenceden korkuyorsa ona asla işkence yapma. Sadece biraz sonra işkence yapılmaya başlanacağına inandır.

İşkenceden daha kötü olur.

İngiltere'de başı kesilerek idam edilen birinin başını alıp halka gösterirlermiş orta çağ'da -ve belki biraz daha sonrasında. bunun sebebi idamı izleyenlerin ölünün kafasını görmeleri değil; ölünün halkı görmesiymiş. Çünkü kafa kesildikten beş - altı saniye sonrasına kadar kan dolaşımı olduğundan bilinç açık kalıyor. Yani kafanın kesildiğini biliyorsun, saçlarından kavramış biri seni yukarı kaldırmış ve halkı gösteriyor. O anı yaşıyorsun.

Ölümün kendisinden daha kötü.

Anne - babayı, abi - kardeş, abla nine amca oğlu vs... tüm bunları kaybetme korkusu onları kaybetmekten daha kötü. Öldükleri zaman, beyin savunma mekanizmasını çalıştırıyor. Uyuşuyorsun, düşünemiyorsun, günler çok hızlı akıp geçiyor. İki ay içinde normal düzenine kavuşuyorsun.

Beklemek, ölüm haberlerini almaktan daha kötü.

Aptallık yapıyorsunuz, kendinizi ölümün en korkunç şey olduğuna inandırıyorsunuz. Yanılıyorsunuz.

Ölümü yaşamak daha kötü.

...Sonra zaten beyin var. Her şeyin üstünde bir güç. akıl senin değil mi? Herkes bir gün ölmeyecek mi? Bunu unutma. herkes bir gün ölecek. Şimdiden bunu düşünmek bir boka yaramayacak. Evet annen de baban da normal şartlarda senden önce ölecek. Mezarlarına gidip geleceksin. inançlıysan dua edeceksin, değilsen bakarsın boş boş. Ama bunu yaşayacaksın. Niye korkuyorsun ki? Niye korkulur ki?


*Bir yerde yayımlamıştım. Buraya da taşımayı uygun gördüm.*

20 Nisan 2011

Doğum günü kutlamaları

Eh heh, o kadar alışmışlar ki Facebook'ta falan "Cnmmm doğum günün kutluuu olsunnn" yazan salaklara, samimi olmadığınız, daha önce sadece bir kere gördüğünüz insanların gerçek hayatta doğum gününü kutlayınca sapıtıyorlar.

Bugün sınıftan bir çocuğun (kendisiyle Facebook tarzı arkadaşlığımız var gerçek hayatta. Sınıfta konuşur, sınavda kopya veririm falan) bir kız arkadaşı geçiyordu yanımızdan. Çocuk kıza iki metre öteden "Doğum günün kutlu olsun" dedi. Kız da "Sağol canım" dedi. Bu arada ne yürümesi yavaşladı ne çocuğa döndü. Sadece kafasıyla kavis çizdi. O arada ben de "Nice senelere!" dedim. Merak etmiştim tepkisini.

Şaştı kaldı. Durdu olduğu yerde. "Tanışmıyoruz, hayır" dedim daha o sormadan.
"Ne bileyim bir an söyleyince şaştım kaldım" dedi.
"Facebook'unu açtığında yüz yüze bir kere bile görüşmediğin kaç kişi doğum gününü kutlamış olacak?" diye sordum. Haklı olduğumu söyledi, yanıma gelip iki yanağımdan öperek teşekkür etti kutladığım için. Sonra da çekti gitti.

Eh heh, salaklar sizi. Yapmacıkla dolu yapay dünyanıza sokayım sizin. Bu kızın onda biri kadar samimi değilsiniz o sanal alemde. Nasıl aynaya bakıyorsunuz?

not: canlarımmm size demediiim biliyorsunuzzzz :)))
Selamlar. iyidir, sen nasılsın? Gerçi boşuna soruyorum, çok iyi olduğunu görebiliyorum. Daha da mutlu olursun umarım.

Yazdıklarının her birini, çok basit bir şekilde çürütüp seni üzebilirim. Ama bunu yapmayacağım. Anladığım kadarıyla olması gereken oldu, hayatında iki kişilik düşünüyorsun artık. Daha açık yazmak istemedim nedense.

Bu duyguyu sonuna dek, en saf haliyle yaşamanı dilerim. Çok içten bir şekilde hem de.

...İnsanlar uyumalı tabii. Uyurum ben de, yazmalarım bitince. Sevgiyle kal.
Selam. Nasılsın? Bugün kaç kez gülümsedin? Ben epey güldüm dün akşam, bu akşam... Gülmek güzel, yaşamak güzel, sevilmek güzel, sevmek güzel... Her şey gerçeküstü görünüyor dışarıdan bakınca, değil mi? Birisini hayatının parçası yapınca... İnsanlar bunu yapmalı. İnsanlar sevmeli. İnsanlar...

Uyumalı.
-İçine çekilmişsin yine?
-Hayır, öyle değil. Sadece biraz yorgunum diyelim.
-Sanki biraz da korkuyor gibisin. Halbuki korkmazdın önceden.
-Oradan bakınca korkuyor gibi mi duruyorum?
-Evet.
-Yanılıyorsun. Korkmuyorum, tedirginim.
-Yalan söylüyorsun, zaten hep berbat bir yalancı oldun. Kendine söylediklerinden bahsediyorum...
-Ah, akıl oyunları. Bu sefer olmaz.

...Zaten yorgunsun be abi, siktir et her şeyi. Baksana Winamp bile sana düşman, gidip hangi şarkıyı açtı. No fear of heights... Link verecek misin şimdi şarkıya? İyi olur sanki, ha? Eh bence de verme. İsteyen yazsın bulsun. Kolaya kaçınca her şey daha da değersiz oluyor. Evet, bence bu yüzden kaçan kovalanıyor. Ben niye mi kovalamıyorum? Bilmem ki, vicdan azabı çekmediğinden olsa gerek. Ama sen de haklısın, ne diyeyim.

Yok, hayır. Hiç mi düşünmedin sen? Yo, tabii ki düşündün. Bilmem mi... Bu arada aklıma geldi; msn'de intihar eden gençle ilgili haberi düşündüm yine. Okuduğumdan beri onu düşünüyorum zaten. Hani şu kendini asan ve o anları kameraya kaydeden. Nasıl korktun di mi? Evet, gizlemenin anlamı yok. Ama sorum şu: Niye o kadar taktın bu genci? Yok hayır, merak etme konuyu o şekilde bağlamayacağım. Artık üç aşağı beş yukarı ne bok olduğunu biliyorum. Sen? Ah, hınzır seni! Sen herkesten iyi biliyorsun. Ama madem öyle niye tırsıyorsun? Aha, ben bu bakışı biliyorum. Şimdi küfür gelecek. Siktir et diyeceksin. Bak, yanılmadım işte.

Niye aklına o an geldi şimdi? Gel birlikte çözümleyelim. Niye o an?

...Lise 1'desin. Emre ve Murat var, tamam. Haaa, hatırladım ben de. Eh haklısın, gelecek tabii aklına. Gerizekalı, başka şey mi var sanki?

Ne? Yok yahu, burası senin mekanın. Kim ne karışır, ne merak eder. Özgür ol, hatta uyu artık. Yorgunluk saçmalatır insanı.

-Bununla iki etti?
-Üç'ten kork.
-Ya dört olursa?

Biliyorum o bakışı. Şimdi...

-Siktir et.

...diyeceksin diyecektim, dedin. Kendinden hızlı yazıyorsun, aferin. Şimdi git ağla biraz. Biliyorum ağlamayacağını, kendine acı diye dedim. Biliyorum onu da yapmayacaksın. En iyisi sadece öl. Kamerayı tavana çevirmeyi unutma.

Bu bakışı da biliyorum, şimdi de...

-Allah belamı versin.

...dememeliydin. Üzgünüm, ama çok üzgünüm. Sen haklıydın, bazen ne yaparsan yap olmuyor. Uyu, kamerayı tavana çevirme. Sakın.

16 Nisan 2011

designerscouch

Basligi tikla. Epey guzel tasarimlar var... Biraz karistirma imkanim oldu.

11 Nisan 2011

Emanet Yaşanmışlıklar 2

...Zaten her şeyin sona doğru kuramsallaştığını görmek çok da yanıltıcı değildi, değil mi? Her anını planlayarak yaşamanın eksilerinden biri de planların çok çabuk suya düşmesiydi. Dört ayak üstüne düşemeyecek kadar şanssız bir kedinin bakışı hasıl oluyordu o anlarda yüzümde. "Neydi ki bu şimdi?"

Kendimi çok umursadığım söylenemez. Yani kendi düşüncelerimi değil; kendimi. Yoksa düşüncelerime büyük inancım vardır. Yani düşüncemi çürütemedikleri sürece onu uygulamada kararlıyımdır. -Ki zaten kolayca çürütemiyorlar da. Ama işte umursamama safhasında konu dönüp dolaşıp kendimi ne derece önemsediğim konusunda sabitleniyor. Şu an tüm geçmişinden ve geleceğinden arınmış olarak ölmeni sağlayacağız kabul eder misin dense bana, anında kabul ederim. Kendi yaşamımı veya yaşama bağlanışımı umursamıyorum. Bunun ötesinde neredeyse fanatikçe bir tutumla düşüncelerime tutunuyorum. Vaktinde okuduğum kitaplar mı yoksa yetiştirilişimdeki -şimdi yavaş yavaş fark etmeye başladığım- eksiklikler mi etkiliydi bilemiyorum. İnsanın kaderi böyle deyip işin içinden çıkanlara o kadar gıpta ediyorum ki! Yok sevgili arkadaşım, yok. O iş o kadar kolay değil. Başına gelen her şey, iyisiyle kötüsüyle, seçimlerden meydana geliyor. Yalnızca doğacağın zamanı ve aileni seçemiyorsun, ondan sonra çocukluk denen karanlık dönem ve en nihayetinde ilk gençlik yıllarıyla birlikte oluşan bir "farkındalık olgusu".

Farkındalığın başladığı anda senin (senin değil, benim) birey olarak yaşamın da başlıyor. O farkındalığın getirdiği her şeye katlanmak zorunda oluyorsun. Tıpkı çocukluğumuzdaki "ergenliğe girene kadar günahların yazılmaz" cümlesindeki gibi. Bu cümle ne kadar doğru bilemiyorum; dinle çok fazla alakalı değilim. İçine girdikçe ondan uzaklaştığımı fark ettiğimde irdelemeyi bıraktım. Korkuyorum, ne yalan söyleyeyim. Ben zor bir durumda benden çok daha güçlü, çok daha büyük bir yaratıcı kavramına yakarmayı seviyorum. Çözümsüz bir şeyde çözümü başkasına atmak kadar rahatlatıcı ne olabilir? İşte o yüzden çok kurcalamıyorum artık. Bir yerde dur demem gerekiyordu, o çizgiyi çekmeyi başardım. İnanıyorum; ama dindar değilim. Bu kadarı yetiyor bana.

Ama işte dedim ya ergenliğe girene kadar günahlar yazılmıyor diye. O kadar içime işlemiş ki bu cümle, henüz orta birde ergenliğe girme zamanlarımda başıma geldi bu. Altıncı sınıfta, on bir - on iki yaşlarındayken keşfetmeye başlamıştım ergenliği. Ve vücudum yapmadığı bir şey yapıp dışarıya ilk defa cinsellikle alakalı bir şey çıkardığında ben sevinemedim bile ergenliğe girdiğim için. Aklıma ilk gelen düşünce şuydu o salonda ve mavi koltuğun üstünde: Artık günahlarım yazılıyordu. Ondan sonraki iki - üç gün bende derin izler bıraktı -ki bunu da yeni yeni fark etmeye başlıyorum.

Hani Yakarış'ta Eren tartışıyordu Burcu'yla. Ona, "Kendini tanımayan insan, kendisiyle savaşmayan her insan basittir. Eksik yaşıyordur, yalanı yaşıyordur" demişti. O zamanlar bu cümleleri yazarken o kadar emindim ki Eren'in bunu demeye yüzde yüz hakkı olduğuna. O bendim ya da daha doğrusu ben ona dönüşüyordum. Kendimden tamamen bağımsız yola çıkan bir karakterdi o benim için; ama kitap ilerledikçe birbirimize benzemeye başladığımızı çok geç fark ettim. Şimdi, o kitabı yazışımın üstünden geçen üç seneden sonra, aslında benim ona daha çok benzediğimi fark ediyorum. Ona verdirdiğim tepkilerde, söylettiğim cümlelerde benden çok farklıydı o zamanlar. Şimdiyse hemen hemen her şeyi aynı. O yüzden ikinci kitabı daha fazla yazamıyorum; tıkandım bir yerde. Ne zamanki onunla kendimi tekrar iki ayrı kutba oturtabileceğim, işte o zaman devam edeceğim yazmaya.

İşte Eren'e o cümleleri söylettiğim zamanları düşünüyorum şimdi. Kendimi düşünüyorum da ne kadar da eksikmişim! Ben o zamanlar hakkımda bilinebilecek her şeyi bildiğimi sanırdım. Ben gece yatağıma yatar, sabaha kadar irademi zorlayarak varlığımı düşünürdüm. Dünyada neredeydim, varlığım neye dayanarak anlamlıydı, hangi cümlem hangi anımı yansıtıyordu?.. Varlığımı anlamlı kılan şey neydi? O zamanlar bunlara cevap vermek o kadar acılıydı ki! Çok az kişi yapabilirdi ve çevremde kimse yoktu bunu yapan. Bana yol gösterecek kimse de yoktu. Kimse bunları sorgulamıyordu, herkes ya sınav ya aşk derdinde salak salak yaşıyordu. Ben giderek izole oluyordum, giderek sarsılıyordum. Hayata tutunma güçleştikçe, geceleri sorgulama artıyordu.

Ondan sonra zaten devreye Ece giriyor. Tuttu saçlarımdan, çekti beni su üstüne. Orada kalmamı sağladı, kendimi ondaki saflığa bıraktım. Işığıyla gözlerim kör oluyordu ve ben bundan memnundum. Bu konuda hakkını teslim etmem gerek.

...Ondan sonra zaten tekrar bilinmeyen karanlık günlere daldım. Fakat şimdi, yıllar sonra kendime baktığımda, fakındalığımın ne derece arttığını fark ediyorum. Artık, hani neredeyse iki insan kadar şey biliyorum kendime dair. Ve beynimde, taa yıllar öncesinde şekillenmeye başlayan felsefi olgu yeşeriyor: Farkındalık. Varoluşçu felsefe değil bu, ondan biraz daha farklı. Ama tabii ki kökeni orası. Hatta konuyu oraya getirdim madem: Hemen her görüş felsefedeki bir şekilde Kant'ın ana kuramlarına çıkmıyor mu? Ondan önceki dönemlerin filozoflarından beslenmiş o da. -Ki zaten felsefeye dair en sevdiğim şey bu solucanımsı kıvrımlardaki bitişiklik. Aristo'yu çok severim mesela, Kant'ı da keza. Schopenhauer'a saygım var; ama mesela Hegel'i çok sevmem. Çelişmeyi kendi içimde, seviyorum.

...Bu konu başlığına üçüncüyü de yazacağım sanırım. Daha sonra, ihtiyacım olduğunda...

08 Nisan 2011

Clown and Man



Emanet Yaşanmışlıklar

Bak her neyse, sana dünyanın en güzel kısa hikayesini yazayım. Hemingway'in:

"Satılık: Bebek patikleri. Çok az kullanılmış."

Buradan yola çıkarak bu uzun bir iç çekiş olacağına inandığım yazıyı sürdüreyim.

Günlerdir aynı şarkıyı dinliyorum: Aaron - little love. Ki zaten birkaç post önce paylaşmıştım. Şarkıdaki "Don't worry, life is easy" kısmı nasıl vuruyor bir bilsen. Hava da karamsar zaten, nefret ettiğim bahar çok şükür hâlâ gelmedi. Hiç gelmese zerre üzülmeyeceğim zaten.

Senle dertleşmeyeli uzun zaman oldu. Artık o kadar çok iki yabancı'yız ki elim telefona gidip de arayamıyor seni dertleşmek için. Merak ettiğimde ya da kabus falan gördüğümde arıyorum. Geçen düşündüm: Biz miydik saatlerce konuşan? Öyleydik galiba. Hatıralar yanıltıcı olabilir; ama bu denli de değil di mi sevgili dost? Eski dost mu yoksa?..

Ben bir bok yiyorum şu an: Öyle yazıyorum işte kendi kendime. Üstelik bir süredir aklımda olan şeyi de paylaşayım seninle: Blog'u taşıyalım mı? adresi değiştirelim ya da sıfırdan bir bloga başlayalım. Kimsenin bilmediği bir yerde, kimsenin okumayacağı bir yerde. Bir süre güzel olsa da artık yazdıklarımın okunuyor olması hoşuma gitmiyor. Ben burayı kendime ait bit arka kapı, kirli çamaşırlarımı koyduğum bir yer olarak seviyorum. Şu anki hali umumi bir tuvalet kadar güzel en fazla. O yüzden bu teklifimi değerlendir. Eğer sana da uyarsa çekip gidelim. Yok uymazsa; o halde varsın öyle olsun. Seni mi kıracağım sanki?

Bir tarafta ben varım Her neyse, yalnızca ben. Hani tüm yanlışlarımı almışım, bir başıma sürükleniyorum anki. Styx'ten geçecek olsam bu kadar zorlanmazdım herhalde. Eh madem öyle abi, ben niye bu derece dağılıyorum? Yani kırk yaşında bir dağ evinde ben ve birkaç köpek ile geçecek bir hayat mı paklayacak beni? Medeniyetten uzakta, daha doğrusu medeniyeti kuran insanlardan uzakta, dağlı gibi mi yaşayacağım? Bir anda her şeyi bırakıp gitmek, geriye bakmamak, ileriyi düşünmemek. Ya bu mudur bana reva olan? Revayıhak mıdır bu? Sanırım değil. Değil ki ben hâlâ yüzüme bakıp şaşırıyorum. Bitik Adam'daki "diye düşündüm" kalıbı var ya hani, hah işte öyle yaşıyorum ben de. Her cümlemin sonuna, her hareketimin sonuna "diye düşündüm" diyorum sanki. Bir tek piyano virtüözü oluşum eksik.

Ama dert etmeyeyim değil mi Her neyse? Hayat kolay değil mi Her neyse? Ah ya, şarkıda duyduğunda öyle geliyor sanki bir an için. Ama sonra fark ediyorsun adamın da mutsuz olduğunu. "Senin için her şeyi yaparım"a getiriyor konuyu; ama o da umutsuz. Biliyor bir şey yapamayacağını. O ki sadece bir tek kişi. Karşısındaki çok daha fazlası.

Sevdiklerimiz olduklarından çok daha fazladırlar değil mi? Salaktırlar; ama tatlıdırlar mesela. Ya da laftan anlamazlar; ama masumdurlar... Pek çok şey olur onlar. Çok azı gerçekten oldukları şeylerdir. Daha da azı bizim olduklarımızdır. Biz, sevenler yani, neyi sevdiğini umursamadan, sadece körüzdür. Katarakt gibi aslında, sis perdesi var. Perde bir kalkıyor ve bum! Bir cuma akşamı geçmişi yad ederken buluyorsun kendini. Ve fonda yine "Don't worry, life is easy" diyor. Ah ya.

Seninle konuşmalarımızda her seferinde rahatsız edici bir sessizlik oluyor. Ne düşünüyorsun o anda? Ben mesela, "Yazık, bu sefer de oldu" diyorum. Olmamasını isteyeceğim ilk insandın halbuki. Kısmet, mi demeli? En iyisi bir şey dememek. Sustukça daha çok kazanıyorsun bu hayatta; birinci elden tecrübe ettim, ediyorum. O yüzden susalım sevgili dost, susayım, diye düşünüyorum.

07 Nisan 2011

boşvermek

gün gelir, söylemediklerinin altında ezilirsin. onca zaman boşuna uğraştığını fark edip, seninle kalmaları için canını dişine taktığın insanların 'senin iyiliğin için' aldıkları bazı kararların ne kadar saçma ve mantıksız olduğunu onlara anlatmak istersin, ama hayır, maalesef hiç kimseyle konuşmadığın, konuşmak eyleminin kendisinden artık hiç hoşlanmadığın için boşverirsin.

boşverdim. gitti, bitti. bir daha asla, ama asla, gündelik sohbetlerin dışında herhangi bir insanla -kim olursa olsun, hiç fark etmez- ne düşündüğüm, ne hayal kurduğum, ne istediğim, neye inanıp neye inanmadığım konusunda tek bir şey bile konuşmak istemiyorum. 'ben özelim' sanrısı bitsin. herkes kendini özel zannediyor. 'ben herkes miyim?' evet, daha önce değildiysen bile, artık öylesin. hiçbir anlamı yok, insanlar için harcanan çabaların. boş. vakit tüketici, yorucu.

'zaten hepimiz aynı boktan amaç için yaşıyoruz. ölmek.'

güzel söz idi, uzun zamandır kullanabileceğim bir yer arıyordum. işte burası tam oldu.

04 Nisan 2011

The Egg

Author’s Note: I wrote this some time ago and posted it here. Later on, someone posted the entirety of the text to 4chan without my name, and thenreddit posted an image of that page. Somewhere along the way the authorship got lost in the shuffle. So to be clear: Yes, I wrote this. No, it’s not a repost from somewhere else. This page is the original source.


The Egg

By: Andy Weir


You were on your way home when you died.

It was a car accident. Nothing particularly remarkable, but fatal nonetheless. You left behind a wife and two children. It was a painless death. The EMTs tried their best to save you, but to no avail. Your body was so utterly shattered you were better off, trust me.

And that’s when you met me.

“What… what happened?” You asked. “Where am I?”

“You died,” I said, matter-of-factly. No point in mincing words.

“There was a… a truck and it was skidding…”

“Yup,” I said.

“I… I died?”

“Yup. But don’t feel bad about it. Everyone dies,” I said.

You looked around. There was nothingness. Just you and me. “What is this place?” You asked. “Is this the afterlife?”

“More or less,” I said.

“Are you god?” You asked.

“Yup,” I replied. “I’m God.”

“My kids… my wife,” you said.

“What about them?”

“Will they be all right?”

“That’s what I like to see,” I said. “You just died and your main concern is for your family. That’s good stuff right there.”

You looked at me with fascination. To you, I didn’t look like God. I just looked like some man. Or possibly a woman. Some vague authority figure, maybe. More of a grammar school teacher than the almighty.

“Don’t worry,” I said. “They’ll be fine. Your kids will remember you as perfect in every way. They didn’t have time to grow contempt for you. Your wife will cry on the outside, but will be secretly relieved. To be fair, your marriage was falling apart. If it’s any consolation, she’ll feel very guilty for feeling relieved.”

“Oh,” you said. “So what happens now? Do I go to heaven or hell or something?”

“Neither,” I said. “You’ll be reincarnated.”

“Ah,” you said. “So the Hindus were right,”

“All religions are right in their own way,” I said. “Walk with me.”

You followed along as we strode through the void. “Where are we going?”

“Nowhere in particular,” I said. “It’s just nice to walk while we talk.”

“So what’s the point, then?” You asked. “When I get reborn, I’ll just be a blank slate, right? A baby. So all my experiences and everything I did in this life won’t matter.”

“Not so!” I said. “You have within you all the knowledge and experiences of all your past lives. You just don’t remember them right now.”

I stopped walking and took you by the shoulders. “Your soul is more magnificent, beautiful, and gigantic than you can possibly imagine. A human mind can only contain a tiny fraction of what you are. It’s like sticking your finger in a glass of water to see if it’s hot or cold. You put a tiny part of yourself into the vessel, and when you bring it back out, you’ve gained all the experiences it had.

“You’ve been in a human for the last 48 years, so you haven’t stretched out yet and felt the rest of your immense consciousness. If we hung out here for long enough, you’d start remembering everything. But there’s no point to doing that between each life.”

“How many times have I been reincarnated, then?”

“Oh lots. Lots and lots. An in to lots of different lives.” I said. “This time around, you’ll be a Chinese peasant girl in 540 AD.”

“Wait, what?” You stammered. “You’re sending me back in time?”

“Well, I guess technically. Time, as you know it, only exists in your universe. Things are different where I come from.”

“Where you come from?” You said.

“Oh sure,” I explained “I come from somewhere. Somewhere else. And there are others like me. I know you’ll want to know what it’s like there, but honestly you wouldn’t understand.”

“Oh,” you said, a little let down. “But wait. If I get reincarnated to other places in time, I could have interacted with myself at some point.”

“Sure. Happens all the time. And with both lives only aware of their own lifespan you don’t even know it’s happening.”

“So what’s the point of it all?”

“Seriously?” I asked. “Seriously? You’re asking me for the meaning of life? Isn’t that a little stereotypical?”

“Well it’s a reasonable question,” you persisted.

I looked you in the eye. “The meaning of life, the reason I made this whole universe, is for you to mature.”

“You mean mankind? You want us to mature?”

“No, just you. I made this whole universe for you. With each new life you grow and mature and become a larger and greater intellect.”

“Just me? What about everyone else?”

“There is no one else,” I said. “In this universe, there’s just you and me.”

You stared blankly at me. “But all the people on earth…”

“All you. Different incarnations of you.”

“Wait. I’m everyone!?”

“Now you’re getting it,” I said, with a congratulatory slap on the back.

“I’m every human being who ever lived?”

“Or who will ever live, yes.”

“I’m Abraham Lincoln?”

“And you’re John Wilkes Booth, too,” I added.

“I’m Hitler?” You said, appalled.

“And you’re the millions he killed.”

“I’m Jesus?”

“And you’re everyone who followed him.”

You fell silent.

“Every time you victimized someone,” I said, “you were victimizing yourself. Every act of kindness you’ve done, you’ve done to yourself. Every happy and sad moment ever experienced by any human was, or will be, experienced by you.”

You thought for a long time.

“Why?” You asked me. “Why do all this?”

“Because someday, you will become like me. Because that’s what you are. You’re one of my kind. You’re my child.”

“Whoa,” you said, incredulous. “You mean I’m a god?”

“No. Not yet. You’re a fetus. You’re still growing. Once you’ve lived every human life throughout all time, you will have grown enough to be born.”

“So the whole universe,” you said, “it’s just…”

“An egg.” I answered. “Now it’s time for you to move on to your next life.”

And I sent you on your way.

02 Nisan 2011

ehheh, azimli

AoRON- Little love

Sosyal medyayla gelişen ikiyüzlülük

Eh heh, bayılıyorum şu ikiyüzlü insanların 'umursamıyorum' görüntüsüne.

Facebook'a bok atar, demediğini bırakmaz; sonra bir bakarsın Facebook'ta hesabı var, o beğen senin bu mesaj benim fink atıyor. Facebook'u beğenmediğini her fırsatta söylüyor; ama bunun çoğunu Facebook üzerinden yapıyor.

Bakarsın Twitter'a bok atar, yerden yere vurur; sonra bir anda Twitter'da at koşturduğunu görürsün. "Milletin sıçmasından bana ne yeaaa" diyen kişi orada kendi yaptıklarını anbean yazıyor. Dışarıda bir yerde konusu açılsa anında lafı sokmayı biliyor ama.

Türk dizilerine bok atar, tiksinir falan; ama her diziyi de bilir. Sorsan bir tanesini hemen sonunu söyler. (Ki diziler o kadar salak ki sonunu tahmin edememek imkansız olsa gerek.)

Türk filmlerine bok atar; ama piyasa oyuncu varsa, piyasa yönetmen varsa hemen gider izler. Gider izler dediğim Torrent'e abanmak...

Okuluna bok atar, bölümüne bok atar, arkadaşlarına bok atar; ama bir arkadaş ortamında iki okul arasında sidik yarıştırmak gerektiğinde asla geri kalmaz. Kendi okulunu övebildiği kadar över.

Öğretmenine bok atar; ama her görüşte gülümseyip selam vermeyi ihmal etmez. Kendisinden yüksek mevkideki kimle konuşsa sesi incelir sevimli olma kaygısıyla.

Babasına demediğini bırakmaz; ama konu bunu babasına söylemeye gelince dut yemiş bülbül gibi susar.

Abisini sevmez; ama para istemesi gerektiğinde ilk iş "Abicim nasılsın ya sesini duyayım dedim" diyerek onu arar.

...Düşündükçe daha çok örnek buluyorum. Hafif bir dille, alay geçen bir tarzda yazmaya niyetlendiğim yazıyı giderek sinir olarak bitirdim. Nefret ediyorum ikiyüzlü insanlardan. İnsanlıklarından, daha doğrusu.