11 Nisan 2011

Emanet Yaşanmışlıklar 2

...Zaten her şeyin sona doğru kuramsallaştığını görmek çok da yanıltıcı değildi, değil mi? Her anını planlayarak yaşamanın eksilerinden biri de planların çok çabuk suya düşmesiydi. Dört ayak üstüne düşemeyecek kadar şanssız bir kedinin bakışı hasıl oluyordu o anlarda yüzümde. "Neydi ki bu şimdi?"

Kendimi çok umursadığım söylenemez. Yani kendi düşüncelerimi değil; kendimi. Yoksa düşüncelerime büyük inancım vardır. Yani düşüncemi çürütemedikleri sürece onu uygulamada kararlıyımdır. -Ki zaten kolayca çürütemiyorlar da. Ama işte umursamama safhasında konu dönüp dolaşıp kendimi ne derece önemsediğim konusunda sabitleniyor. Şu an tüm geçmişinden ve geleceğinden arınmış olarak ölmeni sağlayacağız kabul eder misin dense bana, anında kabul ederim. Kendi yaşamımı veya yaşama bağlanışımı umursamıyorum. Bunun ötesinde neredeyse fanatikçe bir tutumla düşüncelerime tutunuyorum. Vaktinde okuduğum kitaplar mı yoksa yetiştirilişimdeki -şimdi yavaş yavaş fark etmeye başladığım- eksiklikler mi etkiliydi bilemiyorum. İnsanın kaderi böyle deyip işin içinden çıkanlara o kadar gıpta ediyorum ki! Yok sevgili arkadaşım, yok. O iş o kadar kolay değil. Başına gelen her şey, iyisiyle kötüsüyle, seçimlerden meydana geliyor. Yalnızca doğacağın zamanı ve aileni seçemiyorsun, ondan sonra çocukluk denen karanlık dönem ve en nihayetinde ilk gençlik yıllarıyla birlikte oluşan bir "farkındalık olgusu".

Farkındalığın başladığı anda senin (senin değil, benim) birey olarak yaşamın da başlıyor. O farkındalığın getirdiği her şeye katlanmak zorunda oluyorsun. Tıpkı çocukluğumuzdaki "ergenliğe girene kadar günahların yazılmaz" cümlesindeki gibi. Bu cümle ne kadar doğru bilemiyorum; dinle çok fazla alakalı değilim. İçine girdikçe ondan uzaklaştığımı fark ettiğimde irdelemeyi bıraktım. Korkuyorum, ne yalan söyleyeyim. Ben zor bir durumda benden çok daha güçlü, çok daha büyük bir yaratıcı kavramına yakarmayı seviyorum. Çözümsüz bir şeyde çözümü başkasına atmak kadar rahatlatıcı ne olabilir? İşte o yüzden çok kurcalamıyorum artık. Bir yerde dur demem gerekiyordu, o çizgiyi çekmeyi başardım. İnanıyorum; ama dindar değilim. Bu kadarı yetiyor bana.

Ama işte dedim ya ergenliğe girene kadar günahlar yazılmıyor diye. O kadar içime işlemiş ki bu cümle, henüz orta birde ergenliğe girme zamanlarımda başıma geldi bu. Altıncı sınıfta, on bir - on iki yaşlarındayken keşfetmeye başlamıştım ergenliği. Ve vücudum yapmadığı bir şey yapıp dışarıya ilk defa cinsellikle alakalı bir şey çıkardığında ben sevinemedim bile ergenliğe girdiğim için. Aklıma ilk gelen düşünce şuydu o salonda ve mavi koltuğun üstünde: Artık günahlarım yazılıyordu. Ondan sonraki iki - üç gün bende derin izler bıraktı -ki bunu da yeni yeni fark etmeye başlıyorum.

Hani Yakarış'ta Eren tartışıyordu Burcu'yla. Ona, "Kendini tanımayan insan, kendisiyle savaşmayan her insan basittir. Eksik yaşıyordur, yalanı yaşıyordur" demişti. O zamanlar bu cümleleri yazarken o kadar emindim ki Eren'in bunu demeye yüzde yüz hakkı olduğuna. O bendim ya da daha doğrusu ben ona dönüşüyordum. Kendimden tamamen bağımsız yola çıkan bir karakterdi o benim için; ama kitap ilerledikçe birbirimize benzemeye başladığımızı çok geç fark ettim. Şimdi, o kitabı yazışımın üstünden geçen üç seneden sonra, aslında benim ona daha çok benzediğimi fark ediyorum. Ona verdirdiğim tepkilerde, söylettiğim cümlelerde benden çok farklıydı o zamanlar. Şimdiyse hemen hemen her şeyi aynı. O yüzden ikinci kitabı daha fazla yazamıyorum; tıkandım bir yerde. Ne zamanki onunla kendimi tekrar iki ayrı kutba oturtabileceğim, işte o zaman devam edeceğim yazmaya.

İşte Eren'e o cümleleri söylettiğim zamanları düşünüyorum şimdi. Kendimi düşünüyorum da ne kadar da eksikmişim! Ben o zamanlar hakkımda bilinebilecek her şeyi bildiğimi sanırdım. Ben gece yatağıma yatar, sabaha kadar irademi zorlayarak varlığımı düşünürdüm. Dünyada neredeydim, varlığım neye dayanarak anlamlıydı, hangi cümlem hangi anımı yansıtıyordu?.. Varlığımı anlamlı kılan şey neydi? O zamanlar bunlara cevap vermek o kadar acılıydı ki! Çok az kişi yapabilirdi ve çevremde kimse yoktu bunu yapan. Bana yol gösterecek kimse de yoktu. Kimse bunları sorgulamıyordu, herkes ya sınav ya aşk derdinde salak salak yaşıyordu. Ben giderek izole oluyordum, giderek sarsılıyordum. Hayata tutunma güçleştikçe, geceleri sorgulama artıyordu.

Ondan sonra zaten devreye Ece giriyor. Tuttu saçlarımdan, çekti beni su üstüne. Orada kalmamı sağladı, kendimi ondaki saflığa bıraktım. Işığıyla gözlerim kör oluyordu ve ben bundan memnundum. Bu konuda hakkını teslim etmem gerek.

...Ondan sonra zaten tekrar bilinmeyen karanlık günlere daldım. Fakat şimdi, yıllar sonra kendime baktığımda, fakındalığımın ne derece arttığını fark ediyorum. Artık, hani neredeyse iki insan kadar şey biliyorum kendime dair. Ve beynimde, taa yıllar öncesinde şekillenmeye başlayan felsefi olgu yeşeriyor: Farkındalık. Varoluşçu felsefe değil bu, ondan biraz daha farklı. Ama tabii ki kökeni orası. Hatta konuyu oraya getirdim madem: Hemen her görüş felsefedeki bir şekilde Kant'ın ana kuramlarına çıkmıyor mu? Ondan önceki dönemlerin filozoflarından beslenmiş o da. -Ki zaten felsefeye dair en sevdiğim şey bu solucanımsı kıvrımlardaki bitişiklik. Aristo'yu çok severim mesela, Kant'ı da keza. Schopenhauer'a saygım var; ama mesela Hegel'i çok sevmem. Çelişmeyi kendi içimde, seviyorum.

...Bu konu başlığına üçüncüyü de yazacağım sanırım. Daha sonra, ihtiyacım olduğunda...

Hiç yorum yok: