23 Ekim 2009

bilog

bazen açıp tekrar tekrar okuyorum buraya yazdıklarımı. "hey gidi günler!" diyorum. "nereden nereye..."

günlük benzeri bir şeylere sahip olmanın insan üzerinde olumlu ve olumsuz etkileri var, sıralamak istiyorum:

olumlu yönler
  • nitelikli hatırlatıcılık işlevi
  • kendini daha iyi tanımada yardımcı
  • olaylara yaklaşım yönlerinde artış, gelişme sağlayıcı
  • okuyup okuyup "vay be, bunu da yazmışım, ne kötü" deyip gülmek için malzeme kaynağı
olumsuz yönler
  • hatırlanmaması gereken pek çok şeyi hatırlatma işlevi
  • "kendime inanamıyorum, ne kadar aptalmışım" diye hayıflanma artırıcı fonksiyon
  • "bunu da bu kadar ayrıntıyla buraya dökmüşüm ya, kaybettiğim zamana yazık" söylenmelerinde logaritmik artış sağlama aracı

olumsuz yönler daha az sanki. artırmaya çalışıyorum, artmıyor. güzel şey vesselam.

kabul ediyorum, daha güzel şeyler yazdığım (ya da yazmayı denediğim) zamanlar oldu.

27 Eylül 2009

İstanbul

Bu şehirde öğrendiğim en önemli şey, cumartesi günleri Beşiktaş'a gitmemenin ruh ve beden sağlığım için önem arz ettiği oldu.

Bir de, aklıma eseni bir yerlere yazmamın bana hiçbir şey kazandırmayacağını (baya iyi) belledim.

07 Ağustos 2009

Gece

Seviyorum bu şeyi. Hani lanet bir şekilde bağımlı olduğun yanlışların vardır ya, gece de onlardan biri. Hatta birincisi. Yanlış bir şey. Karanlık, sessizlik, acı...

Biliyorum bundan şikayet etme hakkına sahip değilim; ama yanlışlarımı itiraf edebileceğime inanıyorum. Geceyi seviyorum, bu konuda yalnız da değilim.
Herhalde bu kadar günah çıkarma yeterli acı içindeki isyankar benliğime.

Sonuçta aynı boktan dünyada aynı boktan amaçla yaşıyoruz: Ölmek.

22 Temmuz 2009

Baydım.

Birilerini çok özlemek neden doğamızda var, bilmek istiyorum. Gerçekten. Hani cidden baydım artık, seni, onu, bunu, anneyi, babayı, ananeyi, nineyi, dedeyi, bebeyi zartı zurtu özlemekten. Nedir bu be kardeşim, bütün dünyanın özleme ihtiyacına sponsor olmuşum gibi. Özleyip özleyip "Özledim beeeen" diye haykırıp yayayım mı insanlara zayıflıklarımı?

Home

14 Temmuz 2009

eller

mortifera,
saplantıya dönüşüyorsun, haberin yok.
seninle ilgili en çok merak ettiğim şey
konuşurken ellerini nasıl kullandığın.
neden bu, ben de anlamadım.
aman, zaten bu aralar sersem gibiyim.
istanbul sıcakları beni telef ediyor.
her gün 4 saat ders...
sıkıcı, yorucu.
ilk midterm kolaydı çok şükür.
ne diyordum? ah, eller.
mortifera, ev arkadaşımla aynı spor salonuna gidiyormuşsun.

dipnot

hani hep diyorlar ya, "ankara'nın en güzel yanı istanbul'a dönüşüdür" diye -ya da öyle bir şeyler, cümleyi düzgün kuramadım-, işte o önerme kesinlikle doğru. şüphe götürmeksizin.

sitem edicem

-ben ki pek fazla aramam insanları, genelde telefonu zır zır öten tarafımdır- aradığım insan bana dönmeyince üzülüyorum. hele de o kişiyle aramda bir arkadaşlık hukuku varsa. insan çok sevdiklerinden sevgisinin ya da ilgisinin karşılığını alamayınca çok kırılıyor.

ve benim kalbim çok kırıldı.
-davos esprisi yapan bünyeleri dövme isteği uyanır içimde, bu yazacaklarımı o meseleyle ilişkilendireni mahvederim-

daha da aramam seni! bir insan mütemadiyen kaybetmez "telefon numaramı". ya da mütemadiyen bozmaz "telefonunu". bu kadarını bilecek kadar görmüş geçirmişliğim var. hayır, sana bozulmuyorum, muhtemelen buradan hiç haberin filan da yok, sadece çok çok kırıldığımı söylemek istiyorum. (ama onu bile söylemek istemiyorum çünkü ne mesaj, ne arama, ne e-mail ne de msn aracılığıyla seninle iletişim kurmak istiyorum.) (ne...ne bağlacı ile olumsuz çekimli fiil kullanılmaz, bağlaç zaten olmusuzluk anlamını taşıyor, belirteyim aman aman)

by the way, ankara'dan nefret ediyorum.

düşünce balonu

"şu an ne yaptığını merak ettiğin biri var mı?"
"hayır, yok. o aşkın emaresi. birilerini özlediğinin ifadesi. ve ben ne aşığım, ne de birilerini özlüyorum."
"anladım."
"senin kimi düşündüğünü biliyorum."
....

her gün onu göreceğim. her gün onunla konuşma fırsatım olacak. her gün kantinden çıkarken karşılaşacağız. gibi.

hissediyorum. şu günlerde okula ve derslere ve saireye katlanmamın bir sebebi varsa, o da o.

04 Temmuz 2009

Eoehh

Eskiden "sözlük" e girdiğimde "günün başlıkları" bölümündeki ilk elli başlığın yirmisi anket olmazdı. Kalan otuz başlığın altısı yazar nicki, kalan 24 başlıktan on ikisi tırt gazete manşetlerinin sözlüğe taşınmış, altına özensiz linkler verilmiş halleri, kalan on iki başlığın yedisi saçma "aşk" "seks" "kezban" "orospu" "bir bok" kelime/kelime gruplarını içeren başlıklar olmazdı. Kalan beşine de "umarım işe yarar bir şeyler vardır" umuduyla tıklamak zorunda kalmazdım.

---------

Yüzdelerle ifade edelim:

40% anket
12% nick altı
24% gazete manşeti
14% tespitimsi tanımımsı tanımlanamayan başlıklar
10% piyango bana çıkar mı ki? umuduna benzer umutlarla tıklanan başlıklar

Evet, sizlere sevgili "sözlük"ün son halini "tespitlerim" ile aktardım. Hayrını görün.

Şöyle ki

Merhabalar,

"Kim var orada?"

Bu soruyu soran her adam ölüyor tırt Hollywood korku filmlerindeki. Bi' de durmaksızın devrik cümleler kuranları zebaniler gelip götürüyormuş, öyle duyum aldım. Ah, korku filmlerine döneyim. -Kokru yazıp düzeltmem gerekti de- Ben var ya, bu filmlerden nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmiyorum sanırım. (Ah, aslına bakarsan Hugh Grant'in oynamadığı romantik komedileri izlemeyi reddediyorum bir de, romantik komedilerden de nefret ettiğimi söyleyebiliriz sanırım.) Ne diyordum? Korku filmleri. Evet. İnsanın hayat enerjsini emen bazı şeyler var böyle, lanetler bilmemneler filan hiç açmıyor beni. Batıl inançları olan biri değilim, zaten her gün korku filmlerinin çevrildiği bir ülkede yaşıyoruz ya.

Ya bu arada Amanda Abizaid'in (çok da cins bir isim, korkutuyor beni bilhassa soyad) "A place in time"ını dinliyorum. Sürekli aynı şeyi söylüyor çok fena baydım. Ah, sonunda değişti. Bir Nick Cave - Warren Ellis şaheseri çalıyor şu anda. "Moving on".

Niyetim her kelimesiyle, cümlesiyle, paragrafıyla bir bütünlük içinde olan bir yazı yazmaktı, konunun nereye gideceğini asla kestiremesem de, belli bir şeyden bahsedebileceğime inanıyordum, zihnimin o kadar düzenli olduğuna inanıyordum (şu anda). Fakat değilmiş anlaşılan. Gerçi fonda farklı modlarda yığınla şarkı çalması da sebep olabilir saçma sapan şeyler yazmamda. Bilemedim.

Facebook'umu kapattım. Facebook, datebook olmuştu, tacizbook olmuştu benim için. (bu noktada yazarın fıstık gibi bir genç kız olduğunu anlıyoruz) Hayır, üzgünüm, facebook'tan fake hesaplarla atılan güya felsefik mesajlar beni etkilemiyor. Belki gay bir arkadaşınızı etkileyebilirsiniz o mesajla, beyefendi. Ben onlara "alllllerjikim". Gel, bir çay içelim, beraber Bebek'te yürüyelim, derdini anlat. Kimseyi ısırmadım şimdiye kadar. Bir de yüz vermediğim zaman takındığın "küçük dağları ben yaratmıştım zaten, senin de aslında aman aman bir güzelliğin yok" tavrına ne demeli? (beş dakika önce "çok güzelsin" diyordun, hatırlatırım!) Korkma, şimdiye kadar kimseyi "beni beğendiği için" (dikkatini çekiyorum, "benden hoşlandığı için" ya da "bana aşık olduğu için" demiyorum) rencide etmedim, hiçbir erkeği "bak işte şu çocuk" diye -zaten az sayıda olan- kız arkadaşlarıma ifşa etmedim.

Neyse, sevgilerimi sunuyorum. Yazı bir şeye benzemiyor, zaten blog yazmanın esas amacı da saçmalamak değil mi? Bana öyle geliyor da. Özgürce atıp tutabileceğim bir mecra olması çok güzel.

03 Temmuz 2009

"alllllerjikim"

madafaka madafaka diye şarkı yapıyorlar ya, sinir oluyorum.

23 Haziran 2009

İki kişilik yatağın ucunda yatmak

Ben yapıyorum bunu. Hem de ısrarla. Yayılmadan, yanımda biri varmış da ezmekten korkuyormuşum gibi filan. Nedendir bilmiyorum, kocamaaaan iki kişilik bir yatakta yatmaktan korkar oldum. Çünkü aslında yataktan düşmekten korkuyorum. E tabi o kadar kocaman alan olunca insan biraz deli yatıyor. (O yüzden iki kişilik yatakta tek kişi yatmaya alışmış kimseyle uyumam. Dövülmekten beter oluyor insan çünkü.)

Dün gece, mevzubahis iki kişilik yatakta tek başıma yatarken (korka korka) yatarken kolum aşağı düşmüş. Sabaha karşı gözlerimi açmadan uyandığımda (bkz. yatak keyfi) öbür tarafa dönmek istedim, dönemedim. Tekrar denedim, dönemedim. Hayırdır dedim, gözümü açtım. Sağ kolum aşağıdaydı. Evet, benden ayrılmış bir yığındı sanki. Gözlerimi yeniden kapadım. Sol elimle aşağıdaki elimi kaldırdım, yatağa koydum. Sonra, sol elimle tekrar sağ kolumu yukarı, elli santim kadar yükseğe kaldırdım. Bir süre bekledim. Kan dolaşımım normale dönene kadar "ya kangren olduysam? (ne alaka kangren) ya kolum çalışmazsa?, sol elimle yazamam ki ben, ne yapacağım?, okula da gidemem böyle!" sancıları çektim.

Bu yazıyı iki elimle yazıyorum. Kolum normal çalışıyor, şükürler olsun. O değil de insan uyku sersemiyken çok daha fena korkuyormuş böyle şeylerden. Allah düşmanımın başına bile bu korkudan vermesin.

19 Haziran 2009

İtiraf edeyim.

şimdi fark ettim, şu "itiraf edeyim" kalıbını çok seven bir insanım. hayatımın hiç de itiraflarla dolu olmadığını da düşündüğüm zaman, komik geliyor. galiba itiraf ettiğim şeyleri neden itiraf ettiğimi bilmiyorum. ya da fazla kapalı kutu muyum nedir, itiraf olmayacak şeyleri bile itiraf zannediyorum.
galiba ketum biriyim. aaa. itiraf edeyim.

ne çok "itiraf" geçti. hayatımda ilk defa böyle bir cümle kuruyorum. (bunu da itiraf edeyim mi?)

üzgünüm, espri yapamadığımı daha önceki postta belirtmiştim. =)

15 Mayıs 2009

Şaşkınlık

İçimde bir tuhaflık vardı sanki. Hani iki gün doğru dürüst uyku uyuyamazsın, zaman mefhumun gider, bulunduğun yeri şaşırırsın, yapman gerekenleri unutursun filan da üzerine bir sersemlik oturmuştur, kendi kendine şaşarsın ya, işte aynı öyle bir ruh halindeydim. Sonra düşündüm: Son iki günde gayet iyi uyumuştum - minimum altı saat - ve yaptığım öyle aman aman mühim, hayati bir iş de yoktu. Ders çalışmamıştım, yazı yazmamıştım, çıkıp gezmemiştim ya da herhangi bir konuda strese girmemiştim (hayatımdaki stres kaynaklarını birer birer kendimden uzaklaştırdığımı söylemiş miydim?) veya kötü bir haber alıp üzülmemiştim de. Yalnızca ben, aklımda dolanan bin bir düşünce, gizlemeye çalıştığım hafif dalgınlık halleri filan... Belirli bir sebebi yoktu durgunluğumun. Her zamankinden çok kahkaha atarak gideriyordum, yok etmeye çalışıyordum. Doğrusu bu.

Az önce mutfağa gittim, oturdum. Şöyle bir baktım dışarı. Beşiktaş'ın ışıkları, uzakta Kız Kulesi. Sonra birden, o sırada bulaşık makinesini boşaltmakta olan ev arkadaşım dedi ki "Farkında mısın, günler ne çabuk bitiyor".

"Evet," dedim." Galiba kıyamet böyle bir şey."
"Dünyanın sonu mu geliyor acaba?"
"Bilmem. Neden bilmiyorum, ama zaman sanki hızla akıp gidiyor."
"Hatırlıyor musun, daha dün Eylül'de gelmiştin okul başlayacaktı hani, yemeğe gitmiştik Beşiktaş'ta bir yere."
"Evet hatta üzerimde ne olduğunu bile hatırlıyorum, kırmızı mavi ince çizgili keten gömleğim, boynumda kırmızı bir fular, üzerimde de mavi hırkam vardı."
"Yanımızda oturan çift vardı bir tane. Çocuk sana baktı diye kız kalkalım burdan diye tutturmuştu, hatta bir de sen birini görmüştün de hangi dizide oynadığını düşünüp durmuştun."
"Hala düşünüyorum, hatırlayabilmiş değilim."
"Dokuz aya yakın bir zaman geçmiş üzerinden."

"Yılbaşını hatırlıyor musun ? Hani ikimiz de hastaydık da götürmemişti Önder bizi eve, sonra kadının biri Sarıyer'e bırakmıştı da yolda 'Sadece kendiniz için yaşayın' diye öğüt vermişti."
"Evet, ne çok zaman geçmiş üstünden değil mi?

"Ya hatırlıyor musun daha yeni gelmiştim İstanbul'a üniversiteye başlayacaktım!"
"Ya sorma yaa..."
"Hatta Tansaş'ın önünde valizin üstünde oturuyordum."
"Evet ben seni aşağıda üst geçidin orda bekliyordum sen yukardaydın, beni görünce gülmüştün..."
"Evet yaa..."
"Ay yeter bu kadar nostalji."

Yalnızca bana öyle gelmiyormuş. Zannediyordum ki her şeyi içimde çok fazla hissederek aşırı yoğun yaşadığımdan ya da gerekenden fazla düşündüğüm için bazen, zamanım bu kadar çabuk geçiyordu. Bir tek ben yokmuşum ki bir önceki gününü hatırlamaz hale gelen! Dün ne yediğimi sorsan, söyleyemem. Hayır, düşündüm de, söyleyebilirim! Ama bunun için hafızamı zorlamam gerekiyor. Ya da sorsan ne yaptın, ne gittin, hatırlamakta güçlük çekerim. Hatırlarım ama, ayrıntılarını da zihnime yerleştirdiğimi üç beş ay sonra fark ederim.

Bugün ne yaptım? Baktığında çok şeymiş gibi. Ama değil. Kalktım, duş aldım, okula gittim, Kimya dersine girdim, Matematiğe girdim yarısında çıktım, oturdum kantinde kitap okudum, son laboratuvarıma girdim, oradan Füruzan söyleşisine girdim, oradan tekrar kantine gittim, oturdum iki saat daha. Ereğlili bir arkadaşım daha okuldaydı, onunla lafladım. Eve döndüm. Bilgisayarı açtım, kapadım. Yemek yedim. Bilgisayarı açtım, kapadım. Film izledim. Bilgisayarı açtım, kapadım. arkadaşımla yukarıdaki konuşmaları yaptım. Bilgisayarı açtım, şimdi de bunu yazıyorum. Ve bir yandan da düşünüyorum, sağda solda okuduklarımdan, az buçuk duyduklarımdan ibaret "kıyamet" bilgimi bu noktada sınıyorum: "Zamanın hızla akıp gideceği" bilgisi de o duyduklarımdan değil miydi? Evet, onlardandı. Ne kadar biliyorum ki? Neredeyse hiçbir fikrim yok. Yakında ölecek miyiz acaba toptan? Asla bilemeyiz. E o zaman, şimdi ne yapmamız gerekiyor? Bilemiyorum. Bildiğim, korktuğum. Ölmekten korkuyorum.

Şimdi böyle bir yaşta, böyle bir durumda ölümü düşünmenin anlamsız olduğunu haykıranları duyuyorum. Evet, katılıyorum, anlamsız. Ama belki de anlamlı olmalı. Hayatının aşkını bugün bulduysan, bugün onunla olmalısın mesela. Yarın var mı ki? "Her günü son gününmüş gibi yaşa" mottomuz olmuşsa, neden her şeyi erteleyip duruyoruz ki? Yani XY XX'den hoşlanıyorsa neden bunu o an söylemiyor? Neyi bekliyor gelsin diye? XX onu bekliyor, XY onu bekliyor. Kim kime gidiyor ki? Off of. Felsefe yapmaya çalışmıyorum. Hatta şu son dönemde derin derin konuşup veciz sözler söyleyen insanlardan nefret ediyorum. Benim tek bir cümleyi uzun uzun düşünecek zamanım kalmamış ki, kendi işlerime yetişemiyorum, neyin çözümlemesini yapayım, ne gerek var? "Aşkın bık bık motomotigulubililiği" yazısını okudu, kavradı bizim saf, ne oldu peki? Gidip kıza çıkma teklif edebildi mi ? Hayır. Pratikte işe yaramayan bilgiyi sırf yeni sinapslar yaratmak için zihnimize doldurmak saçma değil mi?

Zaman çok hızla akıp gidiyorken, harcadığım zamanın hesabını bile yapamıyor bir hale gelmişken,

Cümlemi bitiremiyorum. Dikkatim dağıldı.

03 Mayıs 2009

Hey You

Nerelerdesin her neyse?
Yoksa burayı bu şekilde basit bir dumanla haberleşme aracı olarak mı kullanmalıyım?
Yaz! Yaz! Yaz! ve hatta kış!
Lanet olsun yapacağım espriye.

18 Nisan 2009

Msn

Bugün sözlükte bir yazar benim msn'imi istedi. Ona msn kullanmadığımı söyledim. Sanırım inanmadı. Halbuki o bayan ben erkeğim. Yani düz bir mantkla benim bu tarz isteklere girmem gerekir. Onun herhangi bir başka amacı olmadığını, sadece daha rahat iletişim kurmayı istediğini biliyorum. Ancak yine de msn'im olmadığını söylediğimde şaşırdı. Yarın öbür gün burayı okura açtığımızda görürse diye söylüyorum: Kullanmadığım bir şey için var dememin ne anlamı var ki? Eklesen büyük ihtimalle bir kaç yıl daha girip bakmayacağım msn'e. Öyle işte. Hayat garip.

14 Nisan 2009

Okuldan Kaçmak

Ah ne güzeldi her şey o zamanlar! Lisede, gençliğin gençlik olduğu dönemde kaçmak, okulu ekmek, "hoca ne der lan" geyiklerine maruz kalmak! Ah ne güzelmiş o zamanlar sabah uyanıp okula gitmemeye karar verdiğimde annemin benimle tartışması. "Olmaz öyle şey neyse, yürü okuluna!" demesi. Ne güzelmiş o yasak olan şeyin cazibesi. Ertesi gün okula gittiğinizde sınıf arkadaşlarınızın "Dün neredeydin?" demesi. Ne kadar önemliymişiz o zamanlar. Hayat ne kadar da basitmiş.

Yıllar geçiyor ve ben bu yıllar içinde aynı melankoliyle alaşağı yaşıyorum. Yarasa gibi, zaman ve mekan kavramım, dünyam alt üst olmuş.

08 Nisan 2009

Sebep

İdare ediyorum, herkesi, teker teker, özenle, incitmeden, hissettirmeden. 
Umarım biri de beni umursamaya başlar yakında. 
Bu arada, bazı şeylerden vazgeçeli çok oldu, sabahları uyanmak pek eğlenceli değil, bazı korkularım yine hortladı, nasıl baş edeceğimi bilemiyorum, ama şundan eminim, bundan daha kötü hissettiğim dönemler oldu. Bunu atlatabileceğimi biliyorum. 
Beni çok seviyorlar, çok... Nedenini hala anlayabilmiş değilim. 
Gerçekten, anlamış değilim. Ekstra ne katıyorum kendimden onlara, hiçbir fikrim yok...

Not: Çekoslavak hasta olmuş çok. Bilmiyorum, biliyor musun. Dikkat et kendine.

04 Nisan 2009

Ekşi Sözlük 99 Yılına seyahat

Sözlüğün ilk zamanlarını merak edenler ve kaçıranlar için bir vaha. bana çok teşekkür etmelisiniz. Yaa ya.

http://sozluk99.blogspot.com/

02 Nisan 2009

Dağınık Kafa

Vücudumun çok tuhaf bir çalışma düzeni var. Şöyle ki, ya sınavlarım başlamadan birkaç gün önce hasta olup yataklara düşecek hale geliyorum - ve yatmayıp dinlenmiyor, daha da fenalaşıyorum - ya da sınavlar biter bitmez kendimi hasta buluyorum. Bu nasıl bir şeydir, bilemiyorum ama bünyem "Huzurla çökebilirim artık" diyor sanırım. Saçma sapan bir durum aslında.

Dün aklıma bir şey geldi, inanılmaz derecede istedim, gerçekleşmesini: Bir televizyon kanalında çalışsam, şöyle dünyayı geziyorlar da program yapıyorlar ya her hafta, işte o şekilde bir işim olsa. Hem dünya görsem, hem para kazansam, hem de sevdiğim bir şeyi yapmış olsam. Çok istedim. Çok. Umarım bir şekilde gerçekleştirebilirim. Bir TV kanalında çalışmak olmasa bile, dünyayı gezme kısmı olur.

Windows Live Messenger oturumumu açmıyor. Aptal şey. İşim yok ya bu akşam, MSN'e giremiyorum. O yeşil adamlar dönüyor ya ha bire, sinir oluyorum. Bir ara AOL almıştım, ona alışayım diye, olmadı. Skype almıştım alışayım diye, olmadı. Yahoo! Messenger almıştım alışayım diye, olmadı. Herkes gibi ben de MSN kullanıyorum. Üzülüyorum.

Bir önceki hayalim aslında çok farklı bir formda daha mevcut: Dünyayı gezme kısmı değil ama bir televizyon kanalında çalışma kısmı. Malum, Banu Güven yaşlanıyor. Yerine geçecek yeni birilerinin yetişmesi lazım. Ben bu işe adaylığımı koyuyorum. Yazın filan, şansım olursa, yaz okuluna kalmaz isem ve İstanbul'da durma şansım olur ise, bir medya grubunda part time çalışmak istiyorum. Ne yaptığım önemli değil, yeter ki o havayı soluyayım, bir şeyler öğrenebileyim uzaktan da olsa. Ben spotların altında yaşamak için doğmuşum, bakmayın, çaktırmıyorum.

Penguen kadar güzel dergi yok şu piyasada. Sevdiğim çizerlerin bir kısmı Uykusuz'u çıkarmaya başlamış olsa da, Penguenciliğimden vazgeçemedim. Bayılıyorum Met Üst'e, Cem Dinlenmiş'e özellikle. İki favorim.

Şimdi bu Fizik departmanıyla benim alıp veremediğim bir durum var: Benim girmediğim sınavı niçin kolay yapıyorlar ? Fizik 201 de yüklenince programım fazla ağır oldu, 4 oturaklı ders ve TK var idi. Ortalamam pek iyi değil, o yüzden uğraşmayayım dedim, Fizik 201'i kaydım açılsın diye aldım. Gerizekalı bölüm 15 krediye onay vermiyor çünkü. Neyse, Fizik dersini bırakacağım Withdraw döneminde, mecburen. Ama sınavı kolay yapmışlar ya, çok sinir oldum. Çok hem de. Fizik, senden nefret ediyorum !

Uzun bir aradan sonra Euphoria'ya döndüm. O ne güzel bir kokudur. Bayılıyorum sana Euphoria. Umarım bir işe yararsın. Gerçi insanlar, birbirlerine vücut kokuları sebebiyle aşık olurmuş. Her neyse.

Mp3 çalarım, beni 3 Aralık 2005'ten beri hiç yalnız bırakmadın. Seni seviyorum, geliştirebildiğim ilk derin bağlılığı sana karşı geliştirdim - Muzaffer İzgü'nün "Anneannem" serisi kitaplarıyla bağımı saymazsak. - Anneanne nasıl bir şey olurdu, merak ediyorum. Benimki 4 yaşımda vefat etmiş. Hiçbir şey anlamamıştım. Evin içine doluşmuş yüzlerce insan. Bir şeyler okuyorlar, millet ağlıyor filan. Yaşıtım olan kuzenimle tek derdimiz renkli plastik bardaklardan bulmak idi oysa.

Şimdi düşünüyorum da, ben çocukken çok inançlıymışım. Hele depremden sonra. Her gece yarım saat dualar okurdum filan. Uyuyamazdım. Değişikti. 17 Ağustos'ta İzmit'teydim ben. Hala hatırlarım o geceyi. Gözümün önünde insan öldü. "Ölüyorum" diyerek. Çok kötüydü. Çok.

Konuyu değiştirmeliyim. Çok fazla ölüm moduna girdi. Çok fazla. Şunu söyleyeyim, ben ölmekten korkuyorum. Buna kanaat getirdim. Gece filan ruhumuz çıkıp gidiyormuş ya bedenimizden, acısız ölmek istiyorum ben de. Uykuda. Ama galiba bu şehrin caddelerini, sokaklarını arşınlarken bir aracın çarpması sonucu öleceğim. Kaçıncı oldu bilmiyorum, araç "zank" diye durmak zorunda kaldı önümde. Ben şoföre bakıyorum, şoför bana. Yolun ortasında. Şaşırmıyorum genelde, alıştım ama bu umursamazlığım ecelimi çağırabilir. Bilemiyorum.

Konu değişiecekti güya. Hani bahar geliyor ya, iki gün güneş açıyor filan. Sonra birden soğuyor havalar. Bugün işte, iki aydınlık, güneşli günden sonra yine kapattı hava. Herhalde göğün 1 Nisan şakası idi o güzel hava. Çok modum düştü. Sersemim, yalnızım, insanlardan korkuyorum.

Aşk herhalde önce fiziksel olarak başlıyor. Buna kanaat getirdim. Kafaların aşkına inanmıyorum, yok öyle bir şey. Önce beğeneceksin... (Böyle de sığlaşıyorum artık)

Aslında sığlık değil bir üstte yazdığım. Kesinlikle gerçek. Aşk fiziksel olarak başlıyor, taa en başlarda dedim ya, kokularımıza aşık oluyoruz aslında diye. O işte bunun göstergesi bence.

İlk defa lab raporumu son gece ikiye kalmadan bitirdim. Dün akşam hem de. Evin içinde kasıla kasıla yürüdüm. Kime hava atıyorsam. Anneme mi ? Ama inkar edemem, "Hadi kızım, hadi yavrum" demesi işe yarıyor. Bazen dozu kaçırıyor, ama işe yarıyor. Üzerimde bir disiplin unsuruna ihtiyacım var galiba.

Kendimi pek iyi hissetmiyorum bu aralar. Dalgınım, yorgunum, hüzünlüyüm. Yüzüm asık. Donuk bir ifadeyle geziyorum. Yine de nispeten mutlu bir havam var eskiye göre. Bugün bir arkadaşım benden geçen dönem korktuğunu söyledi. Korkutucu duruyormuşum o zaman. Mana veremedim. Olsa olsa soğuk duruyorumdur dedim. Cevap vermedi. Neyse, şimdi korkmuyor en azından. Ben gayet de şirin sarışın uzun saçlı, renkli giyinmeyi seven, gülen, şakalaşan, ders çalışmaktan çok arkadaşlarıyla takılmayı seven bir genç kızım... Bu kafayla ve GPA ile zor akademisyen olurum, zor o malum "patentini henüz almadığımız" müthiş kimyasalları üretirim.

İngiltere'ye yerleşeceğim ilerde. Yani dünyayı gezme işi ya da anchorwoman olma işi olmazsa, ben de akademisyen olabilirsem, İngiltere'de yaşayacağım. O uzun sahillerde yürüyecğim, deniz fenerlerinin önünde depresif emo pozlar vereceğim, öğrencilerimi midtermlerde ağlatıp finalleri çok ama çok kolay soracağım...

Kendinize iyi bakın. Hayal kurmaya izin her zaman var.

Çocuk

Eve geldim, uyudum. Sonrasında gelen insanlar - teyzem ve küçük kızı, annemin burada olması dolayısıyla bize geldiler - kafamı ütüledi. Hala ütülüyorlar. Nefret ediyorum sesten. Çocuk sesinden tiksindiğim kadar - sürekli mızmızlananlarından söz ediyorum - hiçbir şeyden tiksinmiyorum. Tahammülüm yok. Çocuk yapmama sebebi olabilir benim için, çok ciddiyim. Bir kızım olursa elimden geldiğince sakin ve ılımlı bir çocuk olarak yetiştireceğim. Kaprissiz, yalın, yüksek sesle konuşmayan filan bir şey olacak. Oğlum olursa ne yaparım bilmiyorum. Erkek çocuklara karşı bir zaafım var, eşitlik ilkelerimi bozabilirim. Bu da böyle bir yazı oldu.

31 Mart 2009

Annem Geldi

Kimsenin ilgilenmediği bir hayatın varsa ve bir dış etken aniden gelip neler yaptığına karışmaya başlıyorsa hayat çok zor olabiliyor. Cedric gibi oldu sanki. Mesele bu değil.

Dün annem geldi, gelmesiyle "Hadi yavrum, hadi evladım" moduna girmesi, bilirkişiliğini aktifleştirmesi bir oldu. Ciddi meseleleri tartışırken hiç ama hiç anlaşamıyoruz ve bir noktadan sonra, ben artık, onun kabaran coşkusuna ve yükselen sesine katlanamadığım için "Peki anne, öyledir, elbette" moduna geçiyorum. Birini dinlemiyorsam bellidir ne yaptığım: Baş sallarım, uzakta bir noktaya bakarım, "Evet, doğru diyorsun" derim. Bu üçünden birini gözlemliyorsanız bende, bilin ki bedenim yanınızda, ruhum göktedir.

İnsanlar pohpohlanmayı sever, dediklerinin tasdik edilmesinden hoşlanır, birileri onlara "Haklısın" dediğinde mutlu olurlar. "İnsanlar" ile başladım diye, zannedilmesin kendimi katmıyorum o güruha. Elbette, ben de varım. Hatta sizi en çok benim söylediklerime kulak verip bana inandığınız, beni desteklediğiniz, beni tasdik ettiğiniz zaman seviyorum. Bu sayede egomu besliyorum, bu sayede her gün bir diğerinden fazla özgüvenle yatağımdan çıkıyorum.

Yazamıyorum

Yazamıyorum... İyi yazamamak değil, kötü yazmak değil, yazmayı istemek. İstemiyorum. Geçici bir şey olsa gerek. Geçmeyecek belki de. Kısa süreceğini umuyorum ya da. evet diyalektiğin dibini görmüş biriyim. İnkar edemem. Siz edebilirsiniz. Bir kez daha mı? Evet...

Yazamıyorum... Yazmak istemiyorum. Sözlüklere yazmayı bıraktım, yazmıyorum.
Yazacak gücüm yok, istemiyorum.
Bir çelişki daha: Bunu yazarak dile getiriyorum.

Sevgilimle kavga halindeyiz, küstük hatta. Ayrıldık hatta. Ama o arıyor yine, yapamıyor bensiz. Ben de onsuz. Ama benim kendimi durduracak iradem var. Lanet olası iradem bana vaktinde neleri durdurmadı ki! Her şey için herkes için öne çıktı. Bir kendim için, bir benim içimdeki karanlığı engellemek için öne çıkamadı. her neyse aradı, açamadım. Otobüsteydim sanırım. Ya da derste, hatırlamıyorum. Hatırlayamıyorum. Annemi aramış sonra, ilk defa telefonda konuşmuş olsalar gerek birbirleriyle. İyidir annem, sever onu.
Bana mesaj atmış, yarın arayacakmış. "Tabi ki" dedim. Ama sanırım konuşamayacağız. Yeğenlerim -ikizler- geldiler. Ben bunu tamamen unutmuşum. Üstelik yarın sınavım varmış -bunu ise kesinlikle unutmuşum- arıyorum, açmıyor. "Şimdi konuşalım, yarın konuşmayalım vaktim olamayacak ne yazık ki," diyeceğim; ama açmıyor. Ve ben hem sevgilime ulaşamıyorum (arayacağım deyip kapadı telefonu ve aramadı hâlâ) hem de her neyse'ye. Hayatta en değer verdiğim iki arkadaşıma ulaşamıyorum.
Canları sağolsun.

Dedim ya yazamıyorum, yanılmışım. Nasıl da yazıyorum! Sadece yazmak istemiyorum. İsteyemiyorum; çünkü korkuyorum. Benim en tehlikeli ruh halim geri geldi: umursamaz, içine kapanık, yaşam sevgisi bitmiş, yorgun... Ben, her şeyimle ben geri geldim. Üzgünüm her neyse, üzgünüm inan bana.
Bunun böyle olamsını istemezdim.

Sen yaz hep, okuyacağım. Belki bir kaç güne kadar düzelirim belki de kendimi yazıya teslim edip yazarım her şeyi. Hep merak ettiğin gerçek 'ben'i. Ve evet, eski neyse daha rahattı; depresyon hırkasına sığınabiliyordu. Zor sanırım, kendimi zora sokmayı seviyorum. Bu yüzden kendi hayatımın içine edip duruyorum.
Az önce sana üzgünüm dedim, şimdi kendime, kendi benliğime diyorum.

29 Mart 2009

Cool Olmak

Lisede sene sonunda mezun olruken "en cool" seçilmiş biri olarak söylemiyorum bunu. Basit bir anadolu lisesi, kimin ne kadar cool olduğu çok da önemli değil.

Az önce ekşi sözlük'te her neyse'nin favorisi mortifera'yı okuyoreum. bir entyrsine denk geldim. Cool olmak mı? Evet o ortamda onun yaptığı harekettir cool olmak.

aynen copt paste yapıyorum (ne yazık ki link veremedim. bilen bri yorum yazıp söylerse sevinirim)

başlık: Cem Yılmaz

"seçim kuyruğunda tam arkamdaydı kendisi.

malesef korkularım gerçek oldu ve ortam bir anda magazin programlarındaki fiks "cem yılmaz'dan espri bombardımanı" haberlerine döndü. sıra sıra tüm amcalar kendisine gidip komikli şakalar yapıp fotoğraf çektirdikten sonra bir noktada yanımdaki bir adamın arkadaşına telefon açıp "cem yılmaz burda, espriler gırla gidiyor" dediğine şait oldum.

tam ruhumu teslim edecektim ki cebimde mp3 player olduğunu keşfettim. buna ansiklopedi arasına daha önceden sakladığım 100 lirayı bulmuş kadar sevindiğimi söyleyebilirim.

sesi sonuna kadar açıp bu espri tufanı ve güldürü kasırgasından kopardım kendimi,

tek tesellim cem yılmaz'ın o durumdan benden bile fazla tiksiniyor gözükmesiydi..."


Arkasında Cem Yılmaz var ve adam mp3 dinliyor ortamın saçmalığı yüzünden. Yoksa eminim konuşurdu onunla. Al sana cool olmak bayan her neyse.

Bir de bir fotoğrafını koyuyorum mortifera'nın sol ek'e.

Olmayacak Kişiye Olacak Mektuplar

Ne kadar ironik bir insanım. Olmayacaklar içinde olacaklar, yapılmayacaklar içinde yapılacaklar...
Ben mutsuzum!
İlk defa; dilerdim ki burayı kimse okumasa! Hiç kimse, ben bile...

Bazı insanlar vardır sevmek için bazıları da- ehh neler diyorum ya! Kendi yazdıklarımdan tiksinecek kadar soğumuşsam hayattan, beni ne tutacak ki?
(her neyse, burada sonrasını okuman hoş olmayabilir. Hayat görüşünü zorlayabilir. Mutsuz olmak istemiyorsan okuma)

Bir gerçekten bahsedeyim, tüm insanların birbirine yalan söylediği bir gerçekten: Kimse 'sonsuz' bir sevgiyle sevilmiyor. Kimse sonsuz bir sevgiyle sevmiyor. (belki ama belki sadece anneler bunun dışında) Öyleyse bir baba evladına nasıl vurabilir? Bir sevgili sevgilisine nasıl bağırabilir? Bir arkadaş bir arkadaşa nasıl kötülük yapabilir? Parti sloganı gibi oldu, siktir et olsun. Benim sloganım olsun, kendime parti de kurarım hatta: "Yalanların görüldüğü parti" kısaltması da "YGP" olur, "yeniden garip psikoloji" derim ben ona.

Ben biliyorum, insanoğlunun kendine söylediği yalanlar çerçevesinde gerçek olduğunu. Ona söylenen yalanlar çerçevesinde gerçek olduğunu. Ne diyordu adam: "Eğer o adam uçtuğunu düşünürse, eğer ben de onun uçtuğunu düşünürsem o halde o gerçekten uçmuş olur."
Al işte bu gerçek! Bunu biliyorsunuz, hepiniz üstelik. Kendinize söylediğiniz yalanlar, çevrenizdekilerin size söylediği yalanlar! Sizi mutlu eden bu! Sizi hayata bağlayan bu. Gerçekleriniz değil, sadece bu.

Sokayım sizin 'gerçek' anlayışınıza.

Dersleriniz çok mu kötü? Ne diyorsunuz kendinize: "Çalışacağım düzelecek." Diğerleri ne diyor size: "Çalışacaksın düzelecek." Ve buna inanıyorsunuz değil mi? Safça, salakça inanıyorsunuz. Hiçbir şey siz öyle istediniz diye olmaz. Çevre şartlar sizi, din şartlar sizi, iktidar şartlar sizi, yönetim şartlar sizi! Siz! Siz kimsiniz? Hanginiz kitleleri peşinden sürükleyebildi? Hanginiz adını tüm insanlığa duyurdu? Hanginiz kendi oldu?

Kendi olmak nedir bilir misiniz? Kendi olmak kitlelerin peşinden koşmamaktır, kendi olmak kitleleri peşinden koşturmamaktır. Kendi olmak yalnız olmaktır. Çünkü bu lanet düzen içinde yalnız insan yalnızca kendi olabilir. Aksi halde yalanalr, iftiralar, pislikler, çirkeflikler ve sayamadığım binlercesi sizin siz olmanızı engeller. Zaten bu noktadan sonra anlamı yok. Ne siz, ne ben ne de bir başkası... Biz yenildik. Biz kaybettik. Yüzü olmayan insanlara karşı savaştık, yüzü olmayan duygularla mücadele ettik. Küstük hayata, kızdık hayata.

En acısı da hayat bizi hiç sallamadı. Ona küstüğümüz anlamadı. Yalanlar! Yalanlar gizledi bunu.

Kendinize söylediğiniz tüm yalanlar çok iyidir değil mi? Kilo vereceğim, ders çalışacağım, işi bırakacağım, o kız beni seviyor, bu çocuk bana hasta... Ah diyorum ah. Keşke bunları söylemeseydik. Keşke günü geldiğinde "yaptım" deseydik. "Ders çalıştım, o kız beni seviyormuş gerçekten, ben... ben mutluyum" deseydik. Eh neyse bak, hayata soktukça bana sokmaya devam ediyor. Onu eleştirecek bir yazı yazıyorum ve kendi yazdıklarım içinde özlem duyduğum şeyleri yüzüme vuruyor.

Hayat! Tüm çirkinliğinle sen, tüm çekiciliğinle sen, tüm ışığınla sen! Sen artık beni kendine çekemiyorsun...

27 Mart 2009

Aşk

Ah ne kadar masumane yaklaşmışsın aşka her neyse. Sanki papatyalar içinde sarı elbiseli bir kız geldi gözümün önüne. Sanki o kızın başını kaplayan kara bulutlar her an açılacak, o tekrar köpeği ve elini tuttuğu çocukluk arkadaşıyla mutlu olacakmış gibi.

Sana gerçeği anlatmamı ister misin?

Aşk demek dostum, aşk demek acı çekmektir. Bak bunu boşa demiyorum, bunu anlayacaksın. Platonik olduğun için, herhangi birini arzuladığın için veya o zamanlarda değil, hayır değil. Bunu ne zaman anlayacaksın biliyor musun? İstediğin kişiyi elde ettikten sonra.

Yine kötü bir anımdayım sanırım, her türlü mutluluk tablosunu bozasım var. Bunu sabote etmeyeceğim sadece gerçekleri söyleyeceğim. Herkes biliyor ki çok az şey gerçekler kadar koyar adama.

Sana gerçekleri anlatmamı ister misin dostum?

Gerçekler adamın yüzüne vurur. Hayal yoktur onlar için, hayal kurmak yoktur, istemek ve elde edememek vardır. İstemek ve uzaklaşmak vardır. Sen varsındır yalnızca ve en acı gerçek de budur: Hayat boyu ne yaparsan yap 'yalnızca' sen olacaksın her şeyde. Bir ve biricik, sarışın ve mavi gözlü, Depresif ve mutlu, kucağında çocuğunla, düğün günü gülümserken, benimle telefonda konuşurken... Fark etmez. Hepsinde yalnızca sen olacaksın.
Zaten bu siktimin blogunu niye yazıyorsun ki? Benimle aynı sebepten. Varolma isteği. Varlığını kanıtlama isteği.
Ah dostum ah, ah.

Sana bizi anlatayım mı?

Biz mutlu olduğumuzu anlayamayanlardanız. Biz mutsuzluğu sevenlerdeniz En acısı da mutlu olmamak için çabalayanlardanız. Sen her neyse'cim, sen bunu aşıyorsun artık. Sen artık mutlu olmayı öğreniyorsun, mutlu kalmayı öğreniyorsun. Bunu öğrendiğin günü ve kalıcı yapabildiğin gün bu yazdıklarımın hepsini sil at. Yırt, parçala! Çünkü o gün o yüzsüz kalabalığın bir neferi olacaksın, onlar gibi olacaksın. Onların senin olmanı istediği gibi. Her şeyden öte kendi olmak istediğin gibi.

Sana bir şey söyleyeyim mi?

Ben uzun yaşayamacağım sanırım.

Yalnız Bir Opera

Ben şiiri pek sevmem. toplasan yirmiyi geçmez sevdiğim, keyif aldığım şiirler. (Dante - ilahi komedya dahil)
Ancak bazıları var ki beni benden alıyorlar. Atilla İlhan'In "Git başımdan Aysel"şiiri gibi.
Ancak sanırım üst sıraları zorlayan şiirlerin başında Murathan Mungan'ın Yalnız bir opera'sı geliyor...


Ve bitti...

Sonra yalnız bir opera başladı

Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
Yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
Oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim.

İmrendiğin, öfkelendiğin
Kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
Yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
Dile dökülmeyenin tenhalığında
Kaçırılan bakışlarda
Gündeliğin başıboş ayrıntılarında
Zaman zaman geri tepip duruyordu.
Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun,
Biraz daha fazla sevdiğim,
Biraz daha önem verdiğim.

Başlangıçta dogruydu belki.
Sıradan bir serüven,
Rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
Gün günden hayatıma yayılan,
Varlığımı ele geçiren,
Büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin

Yaz başıydı gittiğinde,
Ardından,
Senin için üç lirik parça yazmaya karar vermistim.
Kimsesiz bir yazdı.
Yoktun.
Kimsesizdim.
Çıkılmış bir yolun ilk durağında
Bir mevsim
Bekledim durdum.
Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.

Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
Yüzündeki küskün kedere,
Gür kirpiklerinin altından kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
Çerçevesine sığmayan
Munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
Lirik sozcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
Yaz başıydı gittiğinde.
Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti mayıs.
Seni bir şiire düşündükçe
Kanat gibi, tüy gibi,
Dokunmak gibi uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma.
Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük
Usulca düşüyordu bir kağıt aklığına,
Belki de ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.

Yaz başıydı gittiğinde.
Nir aşkın ilk günleriydi daha.
Aşk mıydı, değil miydi?
Bunu o günler kim bilebilirdi?
"Eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen"
Notunu buldum kapımda.
Altına saat:16.00 diye yazmıştın,
Ve 16.04'tü onu bulduğumda.

Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
aramızda bir düşman gibi duran
zaman'ı
daha o gün anlamalıydım
benim sana erken
senin bana geç kaldığını

gittin.
koca bir yaz girdi aramıza.
yaz ve getirdikleri.
döndüğünde eksik,
noksan bir şeyler başlamıştı.
sanki yaz, birbirimizi
görmediğimiz o üç ay,
alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan,
olmamıştı, eksik kalmıştı.

kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza.
adımlarımız tutuk,
yüreğimiz çekingen,
körler gibi tutunuyor,
dilsizler gibi bakışıyorduk.
sanki ufacık bir şey olsa birbirimizden kaçacaktık.

fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki. zamanla
gözlerimiz açıldı,
dilimiz çözüldü
güvenle ilerledik birbirimize.
gittin.
şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza.
biliyorum
ne sen dönebilirsin artık,
ne de ben kapıyı açabilirim sana.

şimdi biz neyiz biliyor musun?
akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
birbirine uzanamayan
boşlukta iki yalnız yıldız gibi
acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
bir zaman sonra
batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
bizden diyorum, ikimizden
ne kalacak?

şimdi biz neyiz biliyor musun?
yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz. umut
ve korkunun
hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada
bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını
bilmeyen
çocuklar gibi
ve elbet biz de bu aşkta büyüyecek
her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz

kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.

kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak,
yazıya oturup
sonu gelmeyen cümleler kurmak,
camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...
böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içimizdeki ıssızlığı dolduramaz hiçbir oyun
para etmez kendimizi avutmak için bulduğumuz numaralar
bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar,
eşyalar gözünüzün önünde durur
birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
cağrışımlarla ödeşemezsiniz

dışarda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
bir ayrılığın ilk günleridir daha
her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkta

gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saat tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara

boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak,
eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasinda
kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden
yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente,
bir tutkunluk haline, bir trafik kazasına,
başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye,
ameliyata alınmaya kendimizi hazırlar gibi

yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir an'ın, yalnızca bir an'ın bütün bir hayatı kapladıgı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar

denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdir intihara bu kadar

bana zamandan söz ediyorlar
gelip size zamandan söz ederler
yaraları nasıl sardığından,
ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.
zamanla ilgili
bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.
hepsini bilirsiniz zaten,
bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.
dahası onalar da bilirler.
ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
bittiğine kendini inandirmak,
ayrılığın gerçeğine katlanmak,
sırtınızdaki hançeri çıkartmak,
yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak
kolay değildir elbet.
kolay değildir
bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek.
zaman alır.
zaman,
alır sizden bunların yükünü
o boşluk dolar elbet,
yaralar kabuk bağlar,
sızılar diner, acılar dibe çöker.
hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.
bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.
o boşluk doldu sanırsınız
oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir

gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
dilerim geri teper.
yoksa gerçekten
bitmişsinizdir.

zamanla yerleşir yaşadıkların,
yeniden konumlanır, çoğalır anlamları,
önemi kavranır.
bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey,
çok sonra değerini kazanır.
yokluğu derin
ve sürekli bir sızı halini alır.
oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır

ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
bunlar da bir işe yaramadıysa
demek yangından kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda

bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
solgun yollardan geçtim.
bakışımlı mevsimlerden
ikindi yağmurlarını bekleyen
yaz sonu hüzünlerinden
gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
geçti her çağın bitki örtüsünden
oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
bakarken dünyaya
yangınlarla bayındır kentler gibiyim:
çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları,
sarhoşların ve sucluların unuttuklarını hatırlamaktan
uzun uzak yolları tarif etmekten
haydutluktan ve melankoliden
giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
duyarlığın gece mekteplerinden geldim
bütünlemeli çocuklarla geçti
gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.

bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
yaram vardı. bir de sözcükler
sonra vaat edilmiş topraklar gibi
sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım
kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
ilerledikçe...kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
aşk ve acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
daha şiir bitmeden.
karardı dizeler.
ask...bitti. soldu siir.
büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden

daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
aşk yalnız bir operadır, biliyordum: operada bir gece
uyudum, hiç uyanmadım.
barbarların seyrettiği tarapezlerden geçtim
her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
eksiliyorduk
mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani coğalarak
tahvil ve senetlerini intiharlarla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. terli ve kirliydim.
sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri...panayır yerleri...
ölü kelebekler...ölü kelebekler...
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
adım onların adının yanına yazılmasın diye
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
yoksa bu kadar konuşabilir miydim?

ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı

aşkın bir yolu vardır
her yaşta başka türlü geçilen
aşkın bir yolu vardır
her yaşta biraz gecikilen
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
sen de değilsin. o da değil
kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. bitmemiş bir şiirin ortasında
darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey

şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden

dönüp ardıma bakıyorum
yoksun sen
ey sanat! her şeyi hayata dönüştüren

25 Mart 2009

Soru

Bazen kendini ifade edemezsin. Ne söyleysen yavan kalır, yalan olur, eksiktir falan filan. Bana sık sık olurdu eskiden. Canımı sıkardı bu durum, canımın sıkılması da donuk bir yüz ifadesiyle gezmeme neden olurdu. Şimdilerde çok iyi bir arkadaşım olan biri bana ne dedi geçenlerde, biliyor musun ? "Ben seni hep görüyordum geçen sene, solgun, ifadesiz, hatta bazen asık bir yüzle... Hep merak etmişimdir neden öyleydin." Eh, bilseydim de kimseye söylemezdim ama bu noktada dürüst olup "Bir fikrimin olmadığını" dememde bir sakınca yok sanıyorum. Şu günlerde de bir "kendini anlatamama, sonucunda da insanlardan uzaklaşma" durumu yaşıyorum. Bunu birisine anlatmaya çalıştım, dedim ki "İstiyorum ki insanlar benim yanımda eğlensin, mutlu olsunlar. Bu yüzden eğer mutsuzsam, karamsarsam yanımda kimsenin olmamasını tercih ediyorum ki benim kötü doğamdan etkilenmesinler." - Evet neyse, konuşan senin ağzındı. Demek ki benimki de aynı şeyleri söylüyormuş, bak. - Her neyse, diyeceğime geleyim: Bu cümleyi kurmam, karşımdaki insanı benden soğuttu. O an hissettim. "Bu kız, cık cık" oldu. Biliyorum, ben fark ederim. Sezgilerim güçlü benim. Barizdi, o kişi benden uzaklaşmıştı.

İşin kötü tarafı buna hiç üzülmemiş olmamdı. Bu beni kötü bir insan yapar mı ?

24 Mart 2009

her neyse

Yazdıklarına bakıyorum da son zamanlarda tam bir sevgi pıtırcığı olmuş. "Hanimiş benim cancişim..." diyesi geliyor insanın.
Ah her neyse ah, senin eski depresif halleirni, karamsar karamsar sinirle gözlerini kırpıştırman yerine bu aşık moddaki halini görmeyi mi seçerdim?
Bir düşündüm de evet. Bu daha iyi. Mutlu olman mutlu ediyor.
Hey gidi her neyse... ehehe

Sessizliğe Sığınmak

Nasıldır bilir misiniz? Yalnızlığın vücut bulmasıdır. Sakinliğin sözünün edilmemesidir. Bir kaos vardır her tarafta ve siz yalnız olarak o kaosu görmezden gelmeye çalışırsınız. Başarılı olur musunuz peki?
Hayır. Hiçbir zaman olamazsınız.
Yalnız olmak için yaratılmamışız ki.
Sese ihtiyacımız var, onu duymaya, onu fiziksel olarak gerçek kılmaya... Sonra da bunların hepsini ikinci plana attığınızda sessizliğe sığınmayı öğrenirsiniz.
"Deneyin, çok güzeldir" demek isterdim; ama değil. Umrım hiçbir zaman bu şanssızlığı yaşamazsınız.

23 Mart 2009

S.O.S

Dayanamıyorum, yazacağım. Kendimi tutmaya çalıştım çok, ama olmuyor. 
Totalde yirmi saatini çalışarak geçirdiğim şu haftasonu bitti ya, başka hiçbir şeye bu kadar sevinemem. Beni eve kapanıp ders çalışmaya zorlayan curve sistemine lanet olsun.
Şu üniversiteye başladığımdan beri, Fizik hariç her derste not tuttum, az buçuk çalıştım filan ama, bu işleri sevmiyorum. Ama mecburum çalışmaya, biliyorum.
Sinirlerim çok bozuldu. Ama inan, dersten değil. Gürültüye alerjim var, yüksek sesle konuşan insanlara katlanamıyorum.
Önce durdum, sakin olmaya çalıştım. Ona kadar saydım filan. Cam açtım, havayı ciğerlerime çektim. Olmadı. Dayanamadım, ağlamaya başladım. Yetmedi. Gittim mutfağa, en büyük muzu buldum, kocaman Nutella kavanozunu raftan indirdim, bir elimde kaşık, bir elimde muz, yedim de yedim. Kaç yüz kalori aldım, bilmiyorum. Belki de bini geçtim. Kontrolümü yitirmiştim resmen.
Sonra modum değişti ve yeniden gülümsemeye başladım, şevkle işimin başına döndüm.
Şehir beni çağırıyor gezilmek için, kendime üç haftadır bir çöp bile almadım, Taksim'e gitmeyeli iki hafta oldu, sinemaya da keza, okul her zamankinden sıkıcı ama haftanın üç günü labım var, nasıl kırayım da kendimi sokaklara atayım ? Onu da yapamıyorum. Haftasonları da dersle geçiyor.
Tek kurtarıcım rüyalar, sağolsunlar, beni hiç yarı yolda bırakmadılar...

21 Mart 2009

Bahar

Blogumuza da bahar geldi. Bu renk bence güzel oldu, tabi klasik adam Neyse ne der, bilemiyorum... Kış sezonunu bitirdik. Zaman pozitif, rengarenk yazılar yazma zamanı... En azından benim için. Fakat birkaç günlüğüne yokum, şu matematik sınavını geçirdikten sonra patlatacağım bombaları.

xoxo

Gece

Şimdi fark ettim: Bugün gece ve gündüz süreleri eşitleniyor. Ve bugünden sonra günler uzayacak. Uzayacak, uzayacak... Çok sevdiğim gece kısmı olabildiğince az birkaç ay geçireceğim. Kendimi kötü hissediyorum. Ben yazın, gündüz uyurum, gece yaşarım. Gece yazarım, gece gezerim, gece yer içerim, gece konuşurum, gece gülerim, gece ağlarım, gece banyo yaparım, gece sinemaya giderim. Ama bu "gece"ler kısaldıkça modum düşüyor, hayatımdan çalındığını düşünüyorum, her gün, birkaç saatin.

Bu yaz için birkaç planım vardı. Zannediyorum yaz okuluna kalma planım bütün planlarımın önüne geçecek ve ben yine "öff bunaldım"larla dolu, güneşe çıkmaktan şiddetle kaçındığım bir üç ay geçireceğim. Yurda çıksam iyi olacak. En azından 559 C veya 43 R'lerin o iğrenç havasızlığını nemli ve sıcak İstanbul günlerinde çekmemiş olurum... Şimdiden nelere dertleniyorum.

Kanepe Tartışması

Şimdi bir daha düşündüm de, ben bu işlerden anlamıyorum. Az önce "Senden hiç iyi sevgili olmaz" eleştirisini aldım. Biraz ağır geldi. Niçin öyle diyorlar bana, anlamıyorum. Halbuki ben çok olgun ve anlayışlı bir insan olduğumu düşünüyordum... Öyleyim de. Bir kusurum var ama. Dokunmayı sevmeyen bir insan olabilir mi ? Benim o işte. Galiba o yüzden diyorlar. Sevgilim ayağını kucağıma uzatmak istediğinde buna itiraz etmemeliymişim. Tartışma konusu oldu resmen. Evet, bir ayak bacağıma değince hoşlanmıyorum. Birinden ayrılmak istediğimde kavgayı "Kanepede yatarken ayaklarını bacaklarıma sürüyorsun" diyerek çıkaracağım ve son noktayı öyle koyacağım. Evet, bu da bir sonraki hedefim olsun... Yoksa elbette, sevgilimin ayaklarına canım feda. Yanlış anlaşılmalara mahal vermeyeyim. Bu yazıyı "Sen uzaktan sevilmek için yaratılmışsın kızım, boşuna uğraşma, çok sevsen de ulaşılmaz kalmak için istemezsin seni seveni." diyen bir insan var, bir nankör, ona adıyorum...

Başlıksız Blog Yazısı

Neden bir anda böyle oldu, bilemiyorum. Şu bloga bile bir başlık bulamadık daha. Bir anda modum düştü. Bu deyimi de kimse anlamıyor, kendimi kötü hissediyorum. Galiba ben uydurdum, o yüzden. Bazı şeyler daha değişik olabilirdi, onu düşünüyorum. Farklı yollar seçebilirdim. Farklı insanlarla olabilirdim, farklı bir insan olabilirdim. Öyle zamanlar oluyor ki yaptıklarımdan hiç hoşlanmıyorum. Hayatın acayip dinamikleri var. En azından benim yaşadığımın. Bazen içimden ne hissettiğimi söylemek bile gelmiyor da yalan söylüyorum ya, işte o zaman, dürüst olayım, kendimi berbat hissediyorum. Tıpkı şu an yaptığım gibi yani. Bakmayın, hepinizi kekliyorum.

20 Mart 2009

Loop

Sabahtan beri kaçıncı oldu, bilmiyorum, o kadar çok dinledim ki:
Dance Of The Bad Angels - Booth and the Bad Angel.
Az sonra çıkıp uzun bir yürüyüş yapacağım, kulağımda bu şarkı ile.

"I long to loose myself inside your skin.."

Geri Dönüşüm

Tetra Pak deyince aklıma geldi. O meyve suyu ve saire kutularını geri dönüşüme yollamak isteseniz, kağıt bölümüne mi, metal bölümüne mi, plastik bölümüne mi atardınız ??

Gerçek şu ki, hiçbirine atamazsınız. Çıkın bakalım işin içinden.
Dünya, sen de kirlen. Olur ya yeni bir gezegen buluruz, taşınır, seni şimdilerde Aydede'yi izlediğimiz gibi uzaktan seyrederiz. 
Adını da Mehtap koymayıveririz, endişelenme.

Nokta

Bir şey yazıp sonuna nokta koymayınca çok fena oluyorum.
Yazdığım şey havadaymış gibi, o cümle bana ait değilmiş gibi.
Birileri gelip keyfine göre tamamlayacakmış gibi.
Noktalama işaretleri güzeldir.
NOKTA daha da karizmatiktir. Evet.

Devrik

Devrik dedin de geldi birden aklıma
En sonunda benim de bir şiirim olacak ama
Vurup vurup şişenin dibine kafiyeleri bulmak var ya
Riyakar bir görüntü veriyor sanki bana, sevmesem de onları asla
İçten içe biliyorum lisede geçirdiğim boş dersleri
Kaçırttı onlar bana cinaslı ile zengin kafiye çeşitlerini

19 Mart 2009

Ben

Günüm çok yorucu geçti. Bünyem fazla mı zayıfladı yine, yoksa bir gün içine sığdırdığım yüzlerce iş katlanıp binlere mi ulaştı, bilemiyorum. Fikir değiştirdim, biliyorum: Bünyem zayıf. Çünkü haftalardır her günü aynı geçiriyorum: Okula git, eve gel, çantayı yere at, bilgisayarı aç, mail, facebook ve bilumum hesapları kontrol et, bir şeyler oku, "yine ders çalışmadım" diye hayıflanarak, "yarın kesin çalışacağım" diyerek uyu. Aah, uyumak için bile protokol lazım, kim ister gözleri kapanıp başı önüne düşerken banyoya gidip, yüz göz temizleyip, diş fırçalayıp, pijama giyip yatağa gitmeyi ? Son derece nahoş.

Ben aslında koca bir günü pijamasıyla, kapıdan dışarı adım atmadan geçirebilecek bir insanım - ki zaten son dönemde sıklıkla yapar oldum bunu - ama cık cık, her zamanki gibi "işleri kuralına uygun yapma alışkanlığım" "aklıma eseni yapma arzularım"ın önüne geçiyor.

Şimdi bunu niçin dedim, bilmiyorum. Birkaç gündür burada yalnızım, ve şuna karar verdim: YALNIZ KALMAK BERBAT ! Evet. Ama yalnız olmayabileceğini bildiğin zamanlarda yalnız kalmak. Belirteyim. Zaten kendi başınaysan ve bunu değiştirme imkanın yoksa, o zaman kendinle baş başa kalmaktan zevk almaya çalışabilirsin. O mübah bak.

On dokuz yaşındayım ve kendimi bazen çok büyük hissediyorum. Bazı şeyleri yapamayacak kadar büyük. Ama yaşımın bir parka gidip salıncakta sallanmaya engel olacak kadar fazla olduğunu hiç sanmıyorum. Geçenlerde bir arkadaşıma dedim, "Parka gidelim, haydi, değişiklik olur, stres atarız!" Bana "Bunu önerdiğine inanamıyorum, yaşımız kaç, başımız kaç?" dedi. O an içimde uyanan o kişiden millerce uzaklaşma isteğini zorla bastırdım, zira esasında çok sevdiğim bir insandı kendisi. Ama bugün kendimi çok da küçük hissettim: Yani ben zaten ne biriktirdim ki hayat ve saire konusunda ahkam kesebilirim? Can Dündar yeni bir programa başlamış, "Canlı Gaste" diye. İşte ona bugün Hakkı Devrim konuktu ve bir şeyler, bir şeyler dedi, ardından "Rahmetli ile bir gün baya tartışmıştık bu konuyla ilgili, altmışlarda filan". O an - kesinlikle konuyla alakası yok - önce bir "eheh" gülüşü, ardından "eheheheh" gülüşü, ardından "ahahahahahahahahahah" gülüşü geldi. Kendime hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. 

Her neyse. Konuma döneyim. Aslında konuya değil de, başlığa: Bu blog yazma işi kadar bencilce bir şey yok, ona kanaat getirdim. Biz sevgili, orada olmayan okuyucularımız için değil, kendimiz için, kimsenin yazmayacağı şeyler için buralarda takılacağımızı söyleyip duruyoruz, üzerine geyikler de çeviriyoruz filan ama, bugün tamamıyla anladım, gerçekten bencilce davranıyoruz. Diğer yazar beyi bilmem ama ben çok bencilce davranıyorum. Bak, her cümlemi "ben" formunda kuruyorum. Çünkü hayatımda farklı bir şey yok aslında "ben"den başka - ki o da yeterince değişken aslında. Garip bir şey.

Biraz zihnim dağınık, son derece farkındayım. Bilinçli olarak yaptığım bir şey değil, aklımdaki onlarca şeyin gönüllerince takılmalarına izin vermek - evet, düşüncenin de bilinci var, orası kesin, zihin katman katman, tetra pak kutuları gibi (ne alakaysa) - ve ben o bilinçli şeyleri kontrol edemiyorum. Saçma benzetmelerimi sevenler var, bunu biliyorum - ki bu insanlar, o benzetmeleri saçmalıktan çıkartıp bir mantık çerçevesine oturtmamı sağlıyorlar. Hepsine buradan teşekkür ediyorum. Biraz daha devam edip Oscar törenlerine yaraşır bir monologa çevireceğim yazımı. Vazgeçiyorum o yüzden, ve bu konuyu kapatıyorum.

Eklem ağrılarım son günlerde dayanılmaz bir hal aldı. Hava durumunu düzenli olarak rapor ediyorum arkadaşlarıma, ve her gün, bir öncekinden daha net bir tahminde bulunabilmek beni çok üzüyor. Biraz okudum araştırdım. Romatizmal ağrıların - türüne göre değişiyor elbette - kalp üzerinde de etkisi oluyormuş. Hastalık hastası değilim ama, zaman zaman gelen sıkışmalarımın nedenini de merak ediyorum. En kısa zamanda bir doktora görünmeliyim sanırım...

18 Mart 2009

tribute to mortifera

Mortifera,
durum, sandığın gibi değil
ama son iki senedir
her gün okundu entrylerin 
tarafımdan
ve etkilenmemek elde değil
üslup açısından.
Geçenlerde gördüm seni
tam tahmin ettiğim yüz ifaden,
yürürken dört leventte
ama biraz da yardım aldım 
upside down fotoğrafından
itiraf edeyim.

Komik adamsın karizmasın filan ama
anlamıyorum bu aralar yazdığın entrylerden bir şey
ne olur, yine eskisi gibi yaz
stumbleupon tespitin filan
canımı sıktı
çünkü ben stumbleupon kullanmıyorum.

Bir de şu şiirlerin yok mu,
işte onlardan yazmaya devam et sen
insanlar seni taklit etmeye bayılıyor.
Ve aşk başlığına da sakın entry girme
ben açıp okumadım bir entry bile ordan
ya da okumuşumdur
ama sayısı da maksimum dokuzdur.
Dokuz bile değil, üçtür. 
Evet, tam olarak üç.
Ciddiyim.

Bir de diyalog entrylerin
işte onlar benim kocaman gülümsemelerim
iyi ki yazıyorsun onları da
bir de otisabi var onu çok severim, 
ama ona çok ağır üsluplu filan bir şeyler yazmam gerek
öyle hissetmekteyim.

Şimdi böyle ben de taklit ediyormuşum gibi oldu
ama dedim ya
üslup üslubu etkiliyor.
Sanma ki yüzeysel bir insanım,
kesinlikle değilim 
o yüzden ciddi konulara girmiyorum.

Devrik

Devrik cümleler cümleler istedim
Kurabileyim insanların yanında
Beceremedim, modum düştü.
Annem der hep,
"Kızlara yakışmaz
fevri ve kaba hareketler."
Fazla titizlendim ben de,
çenem düştü.
Çenem düştü derken, bugünlerde.
Yoksa ben zaten çok konuşan biri değilim
Zaten tanıştığım bir akranıma haftalarca "siz" diye
hitap ettiğim olmuştur, o derece.
Şimdi kanka modundayız o insanla, o da ayrı mesele
her neyse.
İsterim ki her genç kız güzel ve formda
Her genç erkek yakışıklı ve kaslı doğsun
Ama herkes o kadar şanslı olamıyor
bu sığ şiirleri yazma yeteneğinin
bünyemdeki miktarı kadar yani.

safçana bir kız

Ben
fazlaca garip
bir aşka tutuldum.
Öyle ki 
uyuyamıyorum
istesem de.

Der misin sen de
"Safsın, bilemezsin hem de
ne kadar.
Böyle olduğun günler
geçecek elbette.
Ama saflığın
İşte o senin en büyük artın."

Şimdi isterim ki lütfen
çektir git
kırıcı şeyler söylemeden ben,
sevgili iç sesim.