31 Ocak 2011

"A person who looks for perfection in his friends ends up friendless"

Başlıkla yazının alakası yok. Başlığı ben seçtim. Bağlantılı gözüktü.


"God knows he's perfect and we're not and we can never be but he expects us to be. And he punishes us if we're not, you know what I'm saying? God is the ultimate gangster. The supreme boss, you know what I mean? Forgiveness, live by his code. Deadness, if we don't. Yo, he never has to talk to us face to face andhe never has to explain exactly why he does what he does. Know what I'm saying? Nigger sits up there in Heaven somewhere, drinking a cappuccino, chilling... (Singing.) "Got the whole world in his hands." He got the whole world by the balls. In excelsius deo and all that shit."

Şunu demiş aşağı yukarı;

"Tanrı kendisinin mükemmel, bizim eksik olduğumuzu biliyor ve bizler mükemmel olamayız; ama olmamızı istiyor. Olamazsak bizi cezalandırıyor. Ne dediğimi anlıyormusunuz? Tanrı nihai gangsterdir. En üst rütbeli patrondur, ne dediğimi anlıyor musunuz? Onun kurallarıyla yaşarsan affedilirsin, yaşamazsan işler sarpa sarar. Hey, o bizle asla yüz yüze konuşmak zorunda değildir ve asla ne yaptığını niye yaptığını tam olarak açıklamak zorunda değildir. Ne dediğimi anlıyor musunuz? O yukarıda cennette bir yerde oturuyor ve cappuccino'sunu içiyor..." (kalanı çevirmemeyi uygun gördüm)

"Korkma"

-Korkmasana.
-Korkuyorum ama.
-Korkmanı gerektirecek bir şey yok. Bu şehirde yanlız değilsin.
-Bu dünyada yalnızım ama?
-Değilsin.
-Öyle mi? Kimim var peki?
-Ben varım!
-Sen yoksun. Hem var hem yok olamazsın.
-Yalnız olmanı engelleyebilirim.
-Korkumu engelleyemiyorsun. Yalnızlıktan korkmuyorum ki ben.
-Korkma, hiçbir şeyden asla korkma. Ben yanındayım.
-Sen yoksun.
-Sen varsın ama.
-Ben olmak istemiyorum. Korkuyorum, bırak gideyim.
-Hayır, gidemezsin. Gitme lütfen. Gitmek zorunda değilsin. Korkmak zorunda değilsin.
-Anne...
-Ne dedin?
-Annemi özledim. Olsa yanımda, sarılsam sıkıca. O kokusu var ya hani anne kokusu, sen de iyi bilirsin.
-Bilirim, ama gitme sen. Anneni de isteme. Elde edemeyeceğin şeyleri istemeyi bırak artık. Kendine hep daha fazlası için söz veriyorsun. Halbuki sadece tek bir şey için söz versen: Hayatta kalmak için. Daha kolay olmaz mı her şey?
-Korkuyorum. Senden de korkuyorum. Bunun böyle olmaması gerekir.
-Ama öyle yapan sensin.
-Takip edemiyorum artık konuşmayı.
-Biliyorum, uykun geldi. Yorgunsun ve saçmalıyorsun.
-Korkuyorum aynı zamanda.
-Biliyorum. Yat artık, bırak her şeyi geride. Uyandığında o kadar güzel olacak ki her şey.
-Sen kalacak mısın?
-Hayır. Ben bir kereliğine geldim.
-Biliyorum. Ben uyanınca sen yok olmuş olacaksın değil mi?
-Evet. Hadi bırak artık yazmayı. Aklına geleni yazdığın bu kağıdı uyandığında bulursan kahrolursun.
-Biliyorum. Korkarım da aynı zamanda.
-Evet, uyu artık hadi. Yalnız değilsin.

30 Ocak 2011

"Zaten tek suçlu bendim"

"Hiç intihar eden biriyle yüz yüze geldin mi?" diye sordu bana. "Hayır" dedim. Konunun bir anda buraya gelmesine şaşırmıştım. Ne de olsa daha tanışalı yarım saat oluyordu.
"Şanslıymışsın" dedi, sonra sessizleşti. Büyük ihtimalle hayatımda tanıdığım benden daha sessiz tek insandı. Yani iki kayıp ruh, iki acı dolu insan. Şehrin bambaşka bir yerinde, kimsesiz bir şekilde yan yana geliyorlar. Biri mutsuz, dalmış gitmiş denize bakıyor. Otraköy'ün ilerisinde, Arnavutköy'e doğru giderkenki parkın orada. Karanlık zaten deniz, içinden çıkılacak bir yanı yok karanlığının.

Ben oturuyordum önce. Yanımda içki yoktu, sigara zaten kullanmıyorum, hayat boyu esrarın hiçbir türünü kullanmadım. Sonra o geldi yanıma. Ateş istedi, yok dedim. Uzaklaştı omuzlarını silkip. Yaklaşık yirmi metre ileride bir balıkçıdan aldı ateşi. Onu izledim, hareketlerindeki donukluğu hissettim. Sonra yanıma geldi salına salına.

"Ne işin var burada bu saatte yalnız?" dedi. Sırıtıyordu hafifçe. "Niye, başıma bir şey mi gelir?"
"Burada neyin kime nasıl geleceği bilinmez. Her an başına bir şey gelebilir."
"O yüzden mi buradasın?"
"Evet"

Evet demesini beklemiyordum. Hatta bu kadar içten olmasını da beklemiyordum. İzin aldı oturdu yanıma. Sessizce içiyordu sigarasını, ben de sessizce bakıyordum boğaza. Kafamı biraz çevirince Köprü'yü görebiliyordum. Yeşildi ışıkları bu gece.

"İntiharını gördüğün kişi kimdi?" diye sorunca ben, duraksadı bir süre. Sakallarını kaşıdı hatta. Çok değil, en fazla yirmi beş yaşındaydı. Benden daha mutsuz olduğunu anlayabiliyordum.

"Acıklı bir aşk hikayesi. Ben anlatırım da, sen dinlemek ister misin?" dedi. "Çok klişe oldu bu" dedim. Güldü, "Zaten anlatmayacaktım" dedi. Sonra sustuk ikimiz de. Tam sekiz tane sigara içti yanımda. Toplasak iki dakika konuşmamışızdır tüm o süre boyunca. O kendi sebep olduğu benim hiçbir şekilde tahmin edemediğim ölümü düşünüyordu, ben onun sebep olduğu tahmini imkansız ölümü.

"Gidiyorum ben" dedim. İki kaybolmuş insanın birbirine ulaşmasının imkansızlığını fark etmiştim o an. Ne o beni rahatlatabilirdi, ne ben onu. "Gel beraber yürüyelim Beşiktaş'a kadar" dedim. Omuz silkip kalktı. Yürüdük. Tüm o yol boyunca bir kelime bile konuşmadık. Sanki postmodern bir filmin ortasındaki iki karakter gibiydik. Benden daha bitik bir adam olarak o başroldeydi.

Üsküdar iskelesi'ne geldik Beşiktaş'taki. "İyi bir hayat yaşa" dedi bana vedalaşırken. "Sen de" dedim sakince. "Ve bir aptallık yapma kendine."
"O yollardan geçtik be abi, takma hiç" dedi. Başımı sallayıp ayrıldım yanından.

Hiçbir şey konuşmadan en çok şey paylaştığım insan olarak asla gitmemecesine girdi anılarıma. Adını bile sormadım. Benimkini de o sormadı. Birbirimizi hayat boyu görmek istemiyorduk bir daha, bunu anlayabilirsiniz. Kim yitik bir insanla düzlüğe çıkabilir ki?..

29 Ocak 2011

Açlık

15 Ağustos Çarşamba

Acıktım. Ne yalan söyleyeyim hayvanlar gibi acıktım. Kızarmış bir piliç, soslu bir makarna, taze bir pırasa için yapmayacağım şey yok. Hatta kereviz için bile hayatımın on yılını veririm. Ama benden sonra bu günlüğü bulacaklar için en iyisi biraz yaşadıklarımdan bahsedeyim ki mantıklı olsun. Dünya üzerinde günlüğüne “Acıktım” diye başlayan tek insan benimdir herhalde. En azından bir “sevgili günlük” yazabilirdim. Olmadı. Kızarmış kuzu budu. Ohhh nefis.

İki hafta önce sırt çantamı ve kredi kartımı alarak seyahate çıktım. Amacım bilmediğim yerlere gitmek, doğa ile haşır neşir olmaktı. Hani Karadeniz’in yaylaları, Güney Doğu’nun dağları falan filan. Bir aylık senelik iznim vardı. Hem zaten hayat boyu hep istemiştim doğaya açılmayı. Kızarmış patates. Sosis. Ama kısmet bu sefereymiş.

Karadeniz’den başladım turuma. Henüz ilk gün, lanet şansıma bak, dağlara çıkışımın ilk günü ayı çıktı karşıma. Allah sizi inandırsın ben nasıl tırsıp nasıl koştum hiç hatırlamıyorum. Benim insanüstü hızımdan ayı da etkilenmiş olacak ki kovalamaya tenezzül etmedi bile. Yüz beş kiloluk bir kütle olan ben, o koşu sonunda yetmişe düşerim diye düşünmüş olabilir. Sonuç olarak ben ayının beni takip etmemesine zerre değer vermedim ve kusana kadar koştum. Sonuç? Kayboldum! Tam iki haftadır, ormanın derinliklerinde Tarzancılık oynuyorum. Üstelik sanırım çok da pis kokuyorum çünkü ilk günler üstüme gelen orman hayvanları artık benden uzaklaşır oldular. Keşke gelseler yine. Ali nazik. Tas kebabı. Kadayıf. Keşke gelseler de tutup yesem birini. Meyve ve ot yemekten sıkıldım. Açım lan açım!

16 Ağustos Perşembe

Tavşan! Tavşan gördüm. Onu yuvasına kadar takip ettim. Birazdan çıkaracağım ve yiyeceğim! Kafayı sıyırmadığımı belli etmek için yazıyorum buraya. Tavşaaaaaan!

30 dk sonra

Kaçtı! Orrrrosppu çocuğu çok hızlıymış. Şimdi o ayı bana bakarken neler hissettiyse ben de aynılarını hissediyorum. Açım ben. Bıktım kozalak yemekten. Bıktım be bıktım! Artık midemi unutup çıkışı bulmam lazım. Yoksa bu dağlarda sebze insanı olup çıkacağım. Hatta kafam da domates gibi olur. Belki oluyordur bile. Kırmızı. Eheheh, ne esprili oldum ya. Açım bu arada yazmıştım di mi?

29 Ağustos (günü umurumda değil)

Var ya ben şu an kızarmış köfte yemekten bitap düşmüş bir geri zekâlıyım. Her şeyi anlatmalıyım; ama korkuyorum aptal muamelesi görmekten.

En son çıkış yolu bulmalıyım yazmışım. Meğerki çıkış yolu zaten oralardaymış. Çevreyi adam gibi inceleyip başımı midemden uzaklaştırabilseymişim görecekmişim. Artık nasıl bir mallıksa benimki, koskoca baz istasyonunu görmemişim arkadaş. Baz istasyonu demek medeniyet demek. Medeniyet demek yemek yemek demek. Hayvanlar gibi, geberinceye, patlayıncaya kadar yemek. Öyle bir yemek ki üç şişe soda içerek kendine gelebilmek. Yüklem kullanamamak. Ben sizin dili bilmemek.

Ben baz istasyonunu görünce bir anda kafama dank etti. Koştum oraya. Ben koşarken bir ayı yavrusu gördü beni. Yüzümdeki delice sevinçten ve ona bakarken etli butlu olduğunu düşünmemden dolayı olsa gerek sıvıştı bir anda. Koşup yakalamayı düşündüm; hem böylece çevredeki şişko ve etli annesi de gelirdi ve bana bir öğün yetecek kadar et olurdu. Ama vazgeçtim. Baz istasyonunda telefon olabilirdi. Ben de böylece arayıp beni kurtarmalarını söylerdim. Ayrıca şu 30 dk’da teslim eden pizzacıları da arayıp otuz - kırk pizza sipariş ederdim. “Ve” dedim kendi kendime “Eğer otuz dakikayı bir dakika bile aşarsa seni ve motosikletini yerim!”

Sonra n'oldu? Baz istasyonu bomboştu arkadaş. Üstelik ayıyı da kaçırmıştım bu yüzden. Zaten baz istasyonu diyorlar ya, adı öyle sadece. İstasyon falan değil. Cazır cuzur ses çıkaran aletler var sadece. Peki, ben ne yaptım? Bir gün ve bir gece uğraşarak oradaki her şeyi yerle bir ettim. Böylece ekipler gelecekti tamir için. “Ayı saldırdı herhalde” diyeceklerdi. “Büyük bir ayı olmalı, en az bir ton. Yoksa nasıl parçalasın onu!” Nitekim öyle de oldu. Bir ekip geldi iki gün sonra, yani bugün. Ben onları görünce nasıl koşturduysam üstlerine doğru, üçü de arkasını dönüp son hızla kaçmaya başladılar. Ama ben onların ellerindeki çantada et kokusu almıştım bir kere. Durmadım. Durur muyum lan! Kovaladım herifleri. Ayrıca koşarken nasıl karı gibi çığlık atıyorlardı duysanız ölürdünüz gülmekten. Ben gittim en yaşlı ve göbeklilerine ellerimi geçirdim.

“Yapma n'olur yapma!”

“Yemek ver lan! Yemek ver lan!”

“Al her şey burada al!

Aldım. Anında parçaladım çantayı ve içinden ekmek arası peynir domates çıktı. Artık nasıl bir hızla yediysem boğuluyordum. Çoktan karşıki tepeye varan diğer ikisi bu sefer durumu anladıkları için bana doğru tüm hızla koşuyorlardı. Artık tam hamburger şekilli yıldızlar görmeye başladığımda suyu uzattılar bana. Bir diktim ki sormayın. Dağda susuzluk çekmemiştim hiç; ama dağda yemekten boğulma tehlikesi de yaşamamıştım. Böylece suyun yardımıyla yuttum o lokmayı. Sonra, daha bakışımı diğer ikisine çeviremeden önüme yığdılar tüm yiyeceklerini. Valla beş altı ekmek yedim herhalde. Karnım biraz yatışmıştı. İyi ki de öyle oldu; çünkü içlerinden biri baya etli butluydu. Bunu onlara söylediğimde yüzlerinin aldığı ifadeyi görseniz altınıza işerdiniz gülmekten.

Neyse. Çok uzatmadan bitireyim bu olayı da. Günlük tutmak açken vakit geçirtiyordu. Şimdi sadece acıktırıyor. Acıktım yine. Makarnaaa! Dur birazdan yiyeceğim. Sonuca geleyim. Bunlar birkaç yere telefon ettiler. Bir de bana soruyorlar niye aramadın kimseyi diye. Lan sıska! Telefonum yanımda mıydı sanıyorsun? Öyle olsa ararım pizza siparişi veririm di mi! İşte bu herifler aradılar bir yerleri. O arada yerel bir gazetenin fotoğrafçısı geldi. Çekti fotoğrafımı. Hah işte şimdi anladınız di mi? Hani şu iki gün boyunca tüm TV’leri meşgul eden ‘Karadeniz Tarzan’ı’ var ya. İşte benim o. Yerde oturmuş ayı gibi yemekleri kavrarken ve saçım sakalım birbirine girmişken çekilmiş fotoğrafın sahibi benim. Bu günlüğe yazılanları da satacağım zaten. İyi para eder dediler. Yayımlasın bir gazete. İşe yarasınlar. Bu arada acıktım ben. Kesiyorum yazmayı. İyi bakın kendinize. Etli butlu kalın hep.

28 Ocak 2011

Sevgiliden Azar İşitmek ve Formspring

Her ne kadar ideal erkek tanımına yakın olsam da (selam ederim), bazen çok komik konuma sokuyor insanı bu şey. "Niçin formspring'de tanımadığım inanlarla iyi anlaşıyorum? Niçin tanımadığım kızlarla dertleşiyorum?"
Bazen aklın sınırlarını zorlayabiliyor bu tarz söylemler. Ne cevap verebilirim ki? Soru soruyorlar, cevap veriyorum. Kendime sormuyorum, kimseyi bana sorsun diye zorlamıyorum. Belli sayıda soru alana kadar oraya fotoğrafımı koymadım, hani sırf karşı cinsle etkileşime geçmek için kasanlar gibi.

Ben formspring kullanıyorum; çünkü orada kendimi tanıma fırsatını gördüm. Orada sorulan sorulara -özel hayatıma çok girmedikçe- cevap veriyorum; çünkü farkında bile olmadığım şeyleri görmemi sağlıyor. Kaldı ki anonim olma gibi bir özellik sayesinde insanın kendisine bile sormaya cesaret edemeyeceği soruları soranlar var. Onların cesareti benim kendi evrenime açılan bir başka boyut. O boyuttur ki beni kendi iç dünyamın dipsizliğinden belki de sonunda ışık olan bir yere yönlendirecek.
Bir kişi, adının Gizem olduğunu söyleyen bir anonim, bana "Ölmeyi istemek deva mıdır?" diye sorduğunda verdiğim cevap benim o konuda ne düşündüğümü gösterir. Eksik ya da fazla fark etmez, ana hatları elimde olur. Üstelik yazılı bir mecrada, ben istemedikçe silinemeyecek bir yerde. Kaldı ki ben Formspring'de diğer insanlar gibi sırf birilerine zekice cevaplar vereyim, havalı olayım, of laf sokayım mod'unda takılmıyorum. Belki de hayatımda şu an için en anlayışlı olduğum yer orası.

Niye bloga yazıyorum?

Çünkü bazı şeylerin elimde olmasını istiyorum. Bazı gerçekliklerin kağıda dökülmesini ve suratıma çarpmasını istiyorum. Acıdan kurtulmanın en iyi yolu daha çok acı çekmektir kanaatini hayata geçiriyorum.

Sence kolay mı sanıyorsun buraya yazdığım cümleleri okumak? Sence kolay mı Formsprig'de ölüm hakkında konuşmak?

Sen ki beni en iyi tanıması gereken kişisin.

27 Ocak 2011

Kayba Uyanmak

Bu sabah da herhangi bir sabahtan farksızdı. Haftalardır olduğu gibi yine sabahın ilk ışıklarına kadar uyuyamamamış, yorgun, bitap düşmüş bir adamdım. Formsrping'de vakit geçirdim, sözlüklerde vakit geçirdim, kitap okudum. Saat 8.00'e doğru uykuya daldım. Farkında bile değildim. Birkaç saat uyuyabildim en nihayetinde.

Fakat sabah... Bu sabahlar, beni uyumaktan alıkoyarlar. Aynı şekilde uyanmaya da korkutuyorlar. Bir bilinmeze uyanmak üzere olan her canlı gibi bende de tedirginlik ve bilhassa tereddüt en üst noktada oluyor. İster anne seslenişi, ister sevgilinin tatlı serzenişleri, isterse de telefonun lanet sesi olsun kişiyi uyandıran, bu kötü hissi yok edemiyor. Uyanmak ve kaybolmuş olmak. Fiziki bir mekanda değil, kişinin benliğinde. Hani şu kendisiyle yüzleşen insanların en sonunda benliklerini buldukları o sınır çizgisinde. Eh zaten buna istinaden geriye pek bir şey kalmıyor uyumak istememek dışında. Uyuma ki, uyanmak zorunda kalma.

Yaşama ki, ölmek zorunda kalma.

Bana kimse sormadı bu dünyaya gelip yaşamak isteyip istemediğimi...

her neyse

Bu blog'un yüzde ellisi hiçbir şart güdülmeden onundur. Ben üstünde oynama yaptığım ve aktif olduğum için hiçbir şey değişmez. Kendisi buraya bakıyor mu, bakıyorsa ne zaman bakıyor bilmiyorum; ama yapacağı her türlü değişiklik, düzenleme, yorum, yazı... tarafımca en ufak bir itiraza tabi tutulmaz. Birlikte yazıyoruz, umarım birlikte yazabildiğimiz günlere geri döner ve devam ederiz. Artık izleyicilerimiz ve belli bir sayfa görüntümüz de var. Biz bize değil de biz bize ve onlar bizeyiz artık.
Unutma güzel insan, burası senin yerin. Ben yokken bir yıldan uzun süre yazdın buraya bir başına. Unutmam onu. Gözüne hoş gelmeyen bir şey varsa değiştir, düzelt. Ekle/çıkar. Yeter ki benim hesabımı silme.
İyi bak kendine. Çok iyi hem de... Dost.

26 Ocak 2011

Bir kere de sen ölsen

Senle de sensiz de olmazken bazı şeyler, varlığınla yokluğun zaten birken benim için, içimde kalan son yaşam kırıntısı için de sen çabalasan ve benim için bu sefer sen yaşasan? Tüm bir benliği uğruna adadığım, sevgiliden daha üste koyduğum senin olma isteğimi yok etsen, olmaz mı?

Ölüm.

Yapmasan bu kadar, yaklaşmasan ilkel benliğime. Beni de çekmesen seninle beraber bu dipsiz karanlığa. Bir kere de sen ölsen benim için, hani çok seviyorsun ya uzaktan uzaktan seslenmeyi. Şarkılarla kendini gösterip varlığımla dalga geçmeyi iyi biliyorsun ya sen... Hani bazen bir isteksin sadece, bazen ağza alınmayacak bir küfür. Bir kere de diyorum sen ölsen benim için. Çıksan gitsen benliğimden, sen beni gelip alana dek orada dursan. Olmaz mı?
Güçsüzlere sataşmayı seviyorsun sen. Yaşama güçsüzce bağlı olanlardan bahsediyorum. Sen pamuk ipliği gibi hayatları bir kıvılcımla yakıp kendine almayı biliyorsun. Sen var ya sen, sen benim en büyük dostum olmalıyken senden bu kadar nefret ettiğime göre piçin teki olmalısın. Kendi isteğimle gelmem sana; ama sen de çok naz yaptın be gelmek için. Hani diyorum, bu seferlik sen ölsen? Çıkıp gitsen aklımdan. Sonsuza dek... Ta ki tek ilk ve son karşılaşmamıza kadar.

Soru çözmek/çözebilmek

Her şey bana formspring sayfamda sorulan bir soruyla başladı. Basit bir havuz problemini 3 kişi + bir sözlük dolusu adamla çözemedik. En sonunda çözdüğümüzde de beynim hiçbir şey anlamayacak kadar yorulmuştu. Emre diye bir arkadaşım var, onu yad ettim çok. Çatır çatır çözerdi bunları. ahan da formspring ve sonrasındaki sözlük linkleri...


not: sözlük link verdirtmiyor. neyse.

sayfa 15'te 356. entry'de başlıyor. oh be.

24 Ocak 2011

Dolmabahçe Sarayı


Hemen yanına bir otel inşa ediyorlar. Bitmedi inşaat. Daha doğrusu ilerlemedi sanki. Bu iş makineleri neredeyse her gün aynı şekildeler. Birkaç kere faal halde gördüm yalnızca. Ayrıca oraya yapacakları otel böyle tarihi falan değil de son derece modern bir görüntüde olursa çok gülerim. Hoş, zaten eskitilmiş modernliği de sevmem. Baştan sevmedim ben bu oteli. pfff.
(Fotoğraf dijital makineyle değil, gayet de eski tarz filmli makineyle çekildi. Slr bile değil)

22 Ocak 2011

Nasıl görüyorlarsa artık

Bugün sınıfta sunum vardı. Basic Design diye lanet bir dersin finali. Tüm sınıf, 20-25 kişi, aynı atolyede toplanıp herkesin önünde, projeni de alıp çıkıyorsun tahtaya ve anlatıyorsun projelerini. Önündeki masada dört tane ders hocası oluyor (bölüm başkanı da dahil) ve seni mümkün olduğunca sıkıştırıyorlar. "O çizgi niye orada?.. Üçgeni karenin soluna bir cm daha kaydırsaydın genel perspektifi nasıl etkilerdi?.. Gözün kaçış noktalarını sağa çekmek yerine niçin diyagonal bir yol izledin?.." vs gibi şeylerle yoruyorlar adamı.

Bugün saat 9.00'da başladı sunum ve saat 16.00'da bitti. arada iki kere on dakikalık sigara molası vardı sadece. İşte bu girizgahı yaptım ki ortamı ve içerideki biz öğrencilerin sıkıntısını anlayabilin. Bir saatin sonunda artık herkes öyle bir baydı ki sessiz olmayı, dinlemeyi falan bırakıp kendi arasında fısıldaşmaya başladı... Herkes kendi arasında konuşmaya başlayınca ben her zamanki gibi arka sıralara doğru sessizce uzaklaştım. Orada sıraya çöküp eskiz defterime o anki sınıfı tanımlamaya başladım yalnızca tek heceli kelimelerle. (Boş, yok, saf, mee -koyun anlamında-...) Derken yanıma biri oturdu. Dedim herhalde A...'dir (İsmini vermem hoşuna gitmeyebilir. Gerçi burayı okuyanlardan onu tanıyan biri olacağını sanmıyorum ama yine de mahremine saygı duymalıyım). Sınıfta her derste bir şekilde yanıma gelip kafamı ütülüyor bu kız. Çok iyi kız aslında; ama ikimiz birbirimizden o kadar farklıyız ki! Mesela o gece hayatını seviyor, partileri, dağıtmayı, disco ortamlarını falan... Ayrıca biseksüel olduğunu söylemişti bana geçenlerde. Gerçi bana dert yanarken sevgililerinden (kızlı erkekli baya kişi var cidden) hep kızlardan daha çok yakınıyor. Daha değerli hemcinsleri bu kız için. Her neyse işte, ben bu geldi sandım; ama kafamı kaldırıp bakınca bir başka kız olduğunu gördüm. Öyle pek muhabbetim yok. Adını dahi bilmiyordum. Neyse bu geldi böyle utana sıkıla rahatsız edip etmediğini sordu. Etmediğini söyledim. Bir süre boş boş eksiz defterimi kurcaladı. Çizimlere, notlara falan baktı. Sonra kafasını çevirip "Sen dizi falan izliyor musun?" dedi. Ama o kadar utanıyor ki bunları sorarken, niye anlamadım gerçekten. "İzlerim tabii ki" dedim. Sonra sevdiklerimi saydım. Sırasıyla Breaking bad, House, OZ, 24 falan. Şaşırdı.

"Dizi izleyeceğini sanmıyordum" dedi.

"Nasıl yani?" dedim.

"Bilmem ki, hiç öyle kendini bir şeye kaptırabilecek birine benzemiyorsun. Sanki tüm olaylar ve kişiler senin için fazla önemsizmiş gibi." diye cevapladı.

Tamam, sınıfta insanların beni merak ettiğini, gizemli bulduğunu, hakkımda bir şeyler öğrenmek istediklerini biliyordum. Ama bu derece abartmalarını beklemiyordum. Dizi izlemeyecek kadar kendimi soyutlamam nasıl bir düşüncedir?

Sonra ne mi oldu? İki saat boyunca aralıksız Platon'dan konjuştuk. Bana Platon'un idea'larının yanlış yorumlandığını düşündüğünü söyledi. Hatta kanıtlamaya çalıştı. Başaramadı maalesef...

20 Ocak 2011

Kalp

Bana gereken tek şey, şu an bu yazanları okuyabilen hepinizin sahip olduğu şey: Kalp. Bulunamazsa ben öleceğim. Korkarım ki çok fazla vaktim yok. Ayrıca utanıyorum bunu söylediğime ama “Çok korkuyorum!”

Adım yok benim. Tipim yok, yaşım yok, cinsiyetim yok. Elli yaşında bir anne de olabilirim dokuz yaşında bir erkek çocuk da. Sizler için ben sadece korku dolu bir ‘kalpsiz’im. Evet bunu söylemekten çekinmiyorum, ben kalpsizim. Kalbimi aldılar benim. Onu yok ettiler ve bana şimdi yeni bir kalp gerekli. Vücuda kan pompalayan o organ olmayınca yaşamak mümkün mü?

Durun size kalpsizlikten bahsedeyim biraz.

Bir adam düşünün. Bir şekilde kandırıyor insanları, dalgın olanları kaçırıyor veya zor durumdakileri buluyor. Bir adam düşünün, hayatınızın en karanlık anında sizi bulup daha da beter ediyor her şeyi. İşte o adam benim kalbimi çaldı. Hak etmeyen, kalpsiz, iğrenç bir adam aldı benim kalbimi. Aldı onu ve şimdi beni bu hastane odasında bir kalbe muhtaç halde bıraktı. Eğer hâlâ anlayamadıysanız daha da net açıklayayım bunu. Tabii bu arada bana dair pek çok şeyi de öğreneceksiniz…

İşten atıldım o sabah. Hem de ne için? Sırf bir arkadaşımı koruyayım, onun hakkını yedirmeyeyim diye. Ben atıldıktan yaklaşık üç saat sonra benim işlerimi (ve tabii maaşımı da) ona devrettiler. Ben de o günün gecesinde bir barda aldım soluğu. İçtim. Sabaha kadar, deliler gibi içtim. Yanıma çok yakışıklı bir adam geldi. Onunla konuştuk, onunla içtik, onunla seviştik. Sabah uyandığımda yanımdaydı. Gülümsedi bana. Çırılçıplak yatmış olduğumdan göğüslerimi ellerimle kapamaya çalıştım gayri ihtiyari. Gülerek çekti ellerimi. Parmak uçlarımı öptü. Sonra boynumu, sonra göğüslerimi, sonra…

Bir hafta sonra ona “bitanem” diyordum. Bir ay sonra “her şeyim” oldu. Bir yıl sonra da “orospu çocuğu pislik”… Şimdi mi? Şimdi sadece “hırsız”. En değerli şeyimi aldı, onu bir başkasına sattı. Sattığı kişiyi bulamadım. Polisler –her seferinde- bulacağız, merak etmeyin diyorlar. Ediyorum ama. Çünkü her geçen gün ölüme yaklaşıyorum. Hastane havası da bunu pek iyiye götürmüyor. Herkesin bana öleceğimi bilerek bakması hiç hoş değil.

Adı Cenk’ti. Benim adım da Minel. “Aşk” derdi bana arada. Nasıl da mutlu olurdum. Nasıl da sevinirdim. Bir tarafına soksaymış keşke o aşkı.

Bu sabah yine saatimin alarmı uyandırdı beni. Hemşireler gelmeden uyanmak çok hoşuma gidiyor… Saatim her zamanki gibi sadece benim duyabileceğim şekilde, frekansı çipimle uyarlamış olarak uyandırdı beni. Bazıları ben hâlâ bu eski moda saati kullanıyorum diye gülüyorlar bana. Neredeyse hepsi kendi çiplerine eklettiler o ve benzeri milyonlarca özelliği. Eh teknolojinin hızına yaklaşılmıyor. 50 sene önce insanlar hâlâ bilgisayar adını verdikleri şeyleri kullanıyorlardı. Sonra yerine çipler geldi. “Madem bilgisayarlara bu kadar ileri teknoloji yükleyebiliyoruz, aynısını kendimize niye yüklemeyelim” diye sordu psikopat bilim adamları ve işte şimdi böyleyiz. Kafanın içinde belli çipler var ve biz her birimiz zaten birer bilgisayarız. Neyse. Nereden geldim bu konuya yine? Herhalde mesleğimden dolayı olacak. Ne de olsa bir sosyolog olarak en büyük ekmek kapım son yüz yıl içinde insanoğlunun kendini inanılmaz ilerletmesi. 1980’den 2080’e ne çok şey oldu dünyada. Ama en önemlisi de benim kalbim çalındı. Benim için insanlık tarihinin en önemli olayı bu. Hatta tüm insanlık bununla son bulacak…

Az önce ablam geldi hastaneye. Elinde bir buket çiçek vardı. Tabii ki gerçek çiçek değil. Gerçeğini alabilmek için ya güçlü bir devletin başkanı ya da Google’da üst düzey yönetici olmak gerek. Yapaylarından getirmiş. Yeryüzünde kendini ciddi anlamda ilerletemeyen tek meslek ziraat olsa gerek. Kız kardeşime dedim bunu. Alındı üstüne. Ne de olsa kendisi bir ziraatçı. Bize önceki nesillerin miras bırakmadığı en önemli şeylerden birini geri getirmekle uğraşıyor: Ağaç.

“Bugün çok daha iyi görünüyorsun Minel.”

“Sen çok kötü bir yalancısın abla!” Cevap vermemesi gerçekten kötü olduğumun kanıtıydı. Kalpsiz bir şekilde yeterince uzun yaşamıştım zaten. Herkes bunun bir mucize olduğunu söylüyordu.

“Hepsi o Cenk denen şerefsiz yüzünden. Keşke öğrensek kalbini ne yaptığını.”

“Onun hakkında böyle konuşma abla!”

“Aman yani sen de!” İşin garip tarafı ben ağzıma geleni ona söylesem de başka birinin ona bir şey demesine dayanamıyordum hâlâ. Belki kalbimin yerindeki boşluk zamanla öğrenir bunu da.

“Neyse canım ben gidiyorum. İşe geç kalmamalıyım. Çok önemli bir gün bugün, ilk defa bir lale göreceğiz canlı olarak! İnanabiliyor musun, bir lale! Başbakan özel izin verdi bizi devlet korumasındaki botanik müzesine sokmak için. Dünyada kalan son canlı laleyi göreceğiz! İnanabiliyor musun? İnsan başka ne ister ki?”

“Kalp.” Bir anda suratı asıldı ablamın. Haklıyım diye değil, unuttuğu için.

“Hadi git işe abla, bugün senin için çok önemli. Öpüyorum.” Bana hüzünle baksa da lale görebilecek olmanın verdiği heyecanla ayrıldı yanımdan. Ben de sabah internette takılmak için kapadım gözlerimi.

İnanılmaz bir şey oldu bugün! Bana bir kalp bulundu! Sanırım tekrar yaşamaya başlayabilirim artık. Durun anlatayım hemen: Sabah bok gibi geçmişti ancak akşam odama doktor geldi. Bana çok çok iyi bir haberi olduğunu söyledi. Uygun bir kalp bulmuşlar bana. Kalbin sahibi yirmi sekiz yaşında, esmer, yakışıklı ve kariyer sahibi. Türkiye’nin en çok çalışan kurumunda müdür: İnternet sitesi yasaklama üst kurulu. Düşünsenize, saatte ortalama beş bin site kapatan bir kurulun başındaki kişinin kalbi bana uygunmuş! Üç gün sonra gelecek ve tanışacağız. Eğer gerekli biyolojik testlerden geçersek kalbini bana nakledecekler. Böylece benim yeni bir kalbim olacak ve yeni bir hayata başlayabileceğim yeni sevgilimle.

Aşk! Senin biyolojik değil de duygusal olduğunu düşündükleri dönemde ne kadar değerliymişsin sen! Şimdi birine ‘âşık olmak’ için kalbinin uyuşması ve doku transferi gerekiyor. Üstelik o aşk biterse giden kişi kalbini de almış oluyor. Tek kişi yaşanamıyor aşk denen illet. İnsanoğlu duygularını o kadar hızlı tüketti ki geçen senelerde; artık aşk, sevgi, merhamet gibi şeyler doku ve duygu transferleriyle mümkün olabiliyor ancak. Yüzlerce yıl önce bir şair yazmış, ben de onunla bitireyim blog’umu: “Ah minel aşk! Aşkıyla beni kör eden!”

Bekle beni kalp, geliyorum!

19 Ocak 2011

vali beyler

Bir köprünün tepesinde. Çok yalan söylemeyeceğim; Boğaz Köprüsü’nün üstündeyken... Ve yalnızken...

İşte herkesin hikayesinin biteceği bu yerde benim hikayem başlıyor. Ben, yalnızken mutsuz biri olarak bu gece başlatıyorum her şeyi. Sonu nereye mi varacak? Bilmiyorum. Ama her şey denemeye değer bu hayatta, değil mi? İnsan umutsuz anlarda alır en akıl dışı kararları. Ben de en nihayetinde bir insanım. Yapmam gerekeni yapıyorum.

Bu sabah uyanmadım ben. Hikayelerdeki gibi “Bir sabah uyandığımda...” tarzı bir şey olmadı. Uyanmadım; çünkü hiç uyuyamamıştım zaten. Kafasını yastığa koyduğunda uyuyabilen o şanslılardan değilim. Şans demişken... En şanslı olanları da yastığa başını yalnız koymayanlardır. Bir sevgili, ah bir sevgili! Onların minel aşk’larıdır uyumalarını sağlayan. Seks için (en az) iki kişi gerekir. Bir aşk için iki kişi. Bir bebek doğsun diye iki kişi. Ne yazık ki ölürken bir kişi yetiyor. İlahi adalet mi? Belki ölümü seçme hakkıyla sağlanıyordur o da.

Bu sabah uyandım ben. Uykudan değil ama, hayattan. Bu sabah uyandım ve gözlerimi yepyeni bir dünyaya açtım. Çapaklar vardı görmemi engelleyen, hepsini bir bir düşünerek yok ettim. En sonunda elimde sadece parlak bir çift göz kaldı. Görmesi gerekenden daha fazlasını gören bir çift göz... Şimdi ne mi görüyor onlar? Kapkaranlık bir yer. Birkaç küçük ışık var sadece o karanlığın ortasında, ilerliyorlar usulca. Evet korkutucu, ne yalan söyleyeyim. Özellikle de buraya ölmeye değil de yaşamaya geldiğim için. Boğaz Köprüsü’nde korkulukları geçen biri aşağıya sarktığında çok az kişi inanır onun yaşamaya geldiğine. Eh bana kimse inanmıyor şu an. En azından çevremdeki polisler ve haberciler. Kameralar bir saat içinde beni televizyonda gösterecekler. Ana haber bültenlerine yetişebileceğimi sanıyorum. Ve yarın... Yarın yepyeni bir gün olacak. Fakat şimdi sadece bu işe odaklanmalıyım.

“Valiyi görmek istiyorum!” Tek dediğim bu oldu. Söylenen, yapılan her şeyi bu şekilde geçiştirdim. Çok uçmamak gerekiyordu: Başbakanı isteyemezdim sonuçta. Ama vali de işimi görürdü. Bürokraside iyi bir yerdeydi. Hele ki İstanbul Valisi...

“Bak, gel vazgeç genç dostum. Yardım edelim sana. İş bulalım. Aş bulalım.” İşe ihtiyacım yok ki benim. Paraya da yok. Zaten yeterince param var, zaten iş bulmamı garantileyecek bir okulda okuyorum.

“Valiyi görmek istiyorum!” Bu işler böyle yürüyor. Kameralar yoksa vali gelmez. Emniyet müdürünü bile bulamazsın. Ama kameralar varsa her şey elinin altındadır. Kamuoyu, liderleri yöneten şey budur. Yaşlı teyzeler “Cık cık cık. Vali de bir genç adamın hayatını kurtarmaya gitmemiş! Vicdansız!” demesinler diye gelecek buraya vali bey. Bir yaşlı teyze hiçbir şeydir. On tanesi de öyle. Ama binlercesi... Binlerce olurlarsa o koltuğa elveda sayın vali. O yüzden vali buraya gelecek.

“Vali beyler İstanbul’da değiller! İn oradan, yanıma gel de konuşalım genç dostum.” Yalan tabii ki. Vali İstanbul’da. İnternet sağolsun her şeyi veriyor arayan bir göz için. Vali beyler şu an şehirdeler ve hatta büyük ihtimalle verilen resepsiyonda kulağına eğilerek benden bahsediliyor fısıldanarak. Suratı asılmıştır eminim. Kimin nesidir o lanet çocuk? Şimdi iş yok diye haykırıp basının önünde küçük düşürecek onu. Belki atlar bile. O zaman sıçar işte vali bey, o yüzden kalkıp paşa paşa gelecek.

“Tamam, haber geldi vali geliyormuş. Bak trafiği de kesiyorsun. Gel in aşağıya da burada konuş valiyle. Arabada? Hm?”

“Valiyi görmek istiyorum!”

“Tamam, gelecek yarım saate.” Gelir tabii. Hayır, bari çocuğun adını öğrenselerdi. Hiçbir şey de bilmiyoruz ki hakkında. Saçlarını yeni kazıtmış belli ki. Sakalları da çok uzun. Tanınmamak mı istiyor nedir? Belki de gitmemeli vali bey, çok tehlikeli. Güvenlik şefi öyle diyor. Ama vali gelmek zorunda. Kamuoyu onu yok eder yoksa. İyice araştırsınlar o çocuğu ve oradaki polis amirine haber verin vali gelene kadar o çocuğun ismini öğrenemezse kendini Muş’ta trafik polisi olarak bulur.

Ah vali ah. Gelip yüzümü gördüğünde nasıl da şok olacaksın! Bu düşündüklerim şu an gerçekleşiyor çünkü. Belki Muş değil de Ardahan demiştir. Kim bilir.

“Valiyi görmek istiyorum!” Ve tabii ki en sonunda vali bey teşrif ettiler. Vay vay. Nasıl da bembeyaz yüzü. Nasıl da stresli! Kimin nesi bu lanet herif diyordur içinden. Az bile diyor. Birazdan süt dökmüş kedi gibi olacak.

“Sizinle konuşmak istiyordum.”

“Geldim işte sevgili oğlum, hadi burada konuşalım. İn oradan aşağıya.”

“Sayın vali, geçen bir röportajınızı okudum. Uçmaktan büyük keyif alıyormuşsunuz.” Vali gülümseyerek yaklaşıyor bana. Bana ulaştığını, beni oradan sessiz sedasız indirtip daha sonra karakolda bir daha onun işini bölmeyeyim diye dövdüreceğini hiç çaktırmıyor. Ah ulan şu siyasiler! Adamı yerin dibine sokarsınız yemin ediyorum. Ama az kaldı valiciğim, ucacağız birazdan.

“Nedir derdin? Parasız mısın? Başın mı dertte?” Hayır değil. Sadece ünlü olmak istiyorum. Tarihe geçmek istiyorum. Sıkıldım anlayacağınız. Birazdan anlarsınız ya da.

“Yakına gelin valim, yalnızca sizin duymanızı istiyorum. Basın duyarsa kariyeriniz açısından hoş olmaya-“ Cümlem bitmeden atılıyor yanıma. Belki aklından akşam başbakanın haberleri izleyip izlemeyeceği geçiyordur. Riske girmez siyasi valim. Anında damlar yanıma.

“Tamam, söyle hadi. Kimse duymaz artık.”

“Korumalarınızı da uzaklaştırın. Yoksa atlarım!” Bundan sonrası tarih kitapları için.

Beni, ortalama bir evin salonu büyüklüğündeki soğuk bir odaya attılar. Eh, hakları da var tabii. Sen git valiyi tut, sonra da onun sırtına sanki silahmış gibi sakız kutusu daya. Ondan sonra da başbakanı istiyorum de. Hadi oradan. Elbette burada son bulacaktı. Ama en azından valiyle kısacık bir konuşma yapma şansımız oldu. Ona hayatının en umutsuz iki dakikasını yaşattım.

“Sayın valim, birazdan sırtınızdaki bu silahı ateşleyeceğim ve bağırsaklarınızı avucunuzda bulacaksınız.”

“Yaşatmazlar seni!” Nasıl da soluk soluğa, nasıl da tırsmış.

“Ya yaşamak istemiyorsam sayın valim?” Suratındaki korku her şeye değer.

“Yaklaşmayın, yaklaşırsanız sıkarım!” Aptallar sürüsü sizi. Amma da salaksınız. Sıkılmakta haklıyım sizle yaşadığım için.

Valinin korumaları taşaklı çıktı. Yalnızca bir an gözümü onlardan ayırdım ve saniyesinde yakaladılar beni. Elimdeki sakız kutusunu valiye tutup sırıtarak suratına attım. Ondan sonra pek çok el tarafından bir araca tıkılıp buraya getirildim. Birazdan da ev sahiplerim teşrif ederler.

“İsim Erkan. Soyismi Çalışkan. Yaş 21, doğum yeri Antalya. Anne ölü, baba işadamı falan filan. Eh öt bakalım, neydi amacın?”

“Eğlenmek.”

“Eğlendin mi bari?”

“Çook.” Sonraki birkaç dakika dayak yedim. Zevkli bir şeydi aslında, sadece canımı çok acıtıyordu.

“Yeter be canım acıyor!” Ve tabii ki daha da dayak. Kendim kaşındım.

“Şimdi, bu hoş yakınlaşmamızdan sonra birbirimizi daha iyi anlayacağımıza inanıyorum. Di mi?”

“Hı hı.”

“Bana bak! Cevap ver lan bana! Kime çalışıyorsun?”

“Kimseye.”

“Kes! Kimle berabersin?”

“Seda. Aynı sınıftayız. Aşık bana ve ben-” Yine dayak.

“Öt bakalım.” Yalnız bu sefer ötecek güce sahip değilim. Dudağım ve burnumdan kan fışkırıyor. Zorla cümle kuruyorum. “Avukat istiyorum.”

“Siktir lan! Valiyi tehdit ettin sen.”

“Sakız kutusuyla. Eminim oracıkta can verirdi.” Yine dayak. Ve sonra karanlık. Kopkoyu.

Kasım 2012’de, üç günlük sorgulama sonucu işkenceden can veren Erkan Çalışkan’ın avukatı bir belge yayımladı. Tutuklanmadan önce Çalışkan’ın verdiği yazılı ifadede şunlar yazılıydı.

En yakın arkadaşım üniversitede siyasi iktidarı eleştirdiği için gözaltına alındı. İki gün sonra bir yasadışı örgütle bağlantısı ortaya çıktı ve ondan üç gün sonra da karakolda intihar ettiği söylendi. Adli tıp raporu ile ailesinin yaptırdığı otopsi bambaşka şeyler söylüyordu. O öldükten sonra artık bu konuya dikkat çekmem gerektiğine karar verdim. Valiyi ölümle tehdit etmekten içeri gireceğim ve sorgulanacağım. Eğer ölürsem yayımlanmak üzere bu mektubu avukatıma veriyorum. Daha fazla seyirci kalınmasın diye. Erkan Çalışkan.


(*Kişi ve kurumlar hayal ürünüdür)

sadece adresi açmıştım, ona kadar mı görünüyor? vallahi şimdi giriş yaptım! =)

burdasın her neyse!

macintosh, safari. ehehe! anında girdin ya, çakal seni.

14 Ocak 2011

Gece Yarısı Mezarlığı

Bilmiyorum tam olarak ne kadar dipteymişim o zamanlar. Herhalde şimdikinden biraz daha iyi bir haldeydim. Gerçi her iki durumda da sıfırı tüketmiş oluyorum ya neyse.

17 yaşındaydım o zamanlar. Ne İpek Ongun'un vaktinde okuduğum o basit hezeyanlarla dolu Yaş on yedi kitabı ne de Teoman'ın Daha on yedi on yedi on yedi diye dürüp giden şarkısı tanımlayabilirdi beni. Ben de arayışta olan herkes gibiydim: kendimin özel olduğuna inanıyordum. Hatta o kadar özeldim ki ben bile çözememiştim niye yaşadığımı. Zaten benimle ilgili hemen her şey buraya çıkar: Yaşamak, yaşamaya çalışmak.

Karadeniz Ereğli'de yaşıyordum o zamanlar. Önümde her neyse ve ezgi adlı iki kız otururdu sınıfta. her neyse zaten her neyse'ydi işte. Her şeyiyle özeldi benim için. Ezgi de bambaşka bir şeydi. İki en yakın arkadaştı onlar ve ben arkalarında hiçbir şeyi umursamadığım dünyamda dinlerdim onları. Birbirleriyle tartıştıklarında anlar, ama hiç belli etmezdim. Birden çok kez ikisi de farklı zamanlarda bana gelip dert yanarlardı birbirleri hakkında. İkisine de bir şey demezdim, akıl vermezdim, yol göstermezdim. Daha sonraları sevgilimle ilişkimin de ana maddesi olacak şey geçerliydi: Kimsenin İlişkisine karışma. İster arkadaş, ister aile bireyi, ister sevgili...

Bir gün yine ben sessiz sakin hayatı sorgularken önümde her neyse ile ezgi kavga ettiler. Gözümün önünde tartışıyorlardı sessizce. Bir ara Ezgi ile göz göze geldim, duyduğumu anlayıp sustu. Onun suskunluğu bana şunu sordurdu: Yalnız olsaydık bu dünyada, sadece tek olsaydık, yine de susar mıydık? Kişinin kendine saygısı, özverisi, çabası olur muydu? Ne bileyim mesela osurur muydum kimsenin olmadığını bildiğim bir sinemada? Ya da bomboş bir lokantada yemeğe tükürür müydüm? Her şeyden önemlisi de, bu sikik hayatta nerede yalnız olabilirdim? Gerçekten yalnız demek istiyorum. Sonra cevabı buldum: Mezarlık. Soğuk, umutsuz, karanlık mezarlık.

Eh eğer o tabuta gireceksen önce tabutun gireceği yeri görmeli insan değil mi? Bugün ya da yarın ne fark eder. İlla ki öleceğiz işte. Ölüm, ölüm. Ölüm!

Bu düşünceler nereye kadar durabilirdi beynimde? O gece çıktım evden dışarıya. Ereğli'de Ereğli Lisesi'nin yanında bir mezarlık vardı. Gece oraya girdim. Uf, şimdi bile tüylerim diken diken oluyor. Bunun sebebi gecenin bir vakti kapkaranlık mezarlıkta olmak değildi, orada ne kadar rahat hissettiğimi fark etmekti. Sanki defalarca gelmişim gibi, sanki orası evimmiş gibi.

Gece vakti mezarlık korkutucu olmalıydı. O karanlıkta mermerlerden gelen ürkütücü sessizlik yoğun olmalıydı, her an bir gölgeden bilinmedik bir şey çıkmalıydı. Ne mırlayan kedi, ne ağaçların korkutucu siluetleri etkilememişti beni. Ben o çok klasikleşmiş tabirle yaşayan ölü'ydüm sanki. Ve ben dolaştım o gece orada. Üç saate yakın zaman geçirdim sessizlikte. Korku duymaya çalıştım, uçsuz bucaksız büyük mezarlıktan kaçmamı sağlayacak o azıcık korkuyu hissetmeye çalıştım. Olmadı... Korkmadım, korkamadım... Gündüz gözüyle hüzünlü gelen mezarlıklar gece gözüyle daha da hüzünlü olurmuş onu fark ettim.

Sormuştum kendime: Madem bu kadar rahatsın, niye yerini hemen ayırtmıyorsun?

Buna verecek cevabım yoktu. Vardı da, henüz şekillenmemişti kafamda.

13 Ocak 2011

"ağla, ağla... içinde hiçbir şey kalmayana dek"

...ve sarıldım ona. Ağlamasına izin verdim kollarımda. O kadar çok ağladı ki, uyuyakaldı. Masumane bir tavırla kalktım yanından, başka bir odaya geçtim. İçinde tanıdıklarım olan, içkinin tavan yaptığı odaya. Arada bakıyordum koridorun sonunda sağdaki o odaya. Kapkaranlıktı, içinde bir canlı olduğuna dair herhangi bir belirti yoktu.

“Neyse, ne oldu neymiş sorunu?"

“Yok bir şeyi abi, klasik kız sorunları işte" dedim. Ama öyle değildi. Sorunları klasik olmaktan çok uzaktı ve o bunu sadece benle paylaşmayı tercih etmişti. Anlattıklarının yükü omuzlarımdaydı artık. Onun yükünü kendime almıştım. Onun acısını bölüşmüştüm... Odada üç kız - iki erkektik. Bir evin salonunda, Mavişehir'deki bir apartman dairesinde. O kızın eviydi, karanlık odada bir başına uyuyan o masum meleğin. Salondaki dört arkadaşla yakın değildim. Hatta tanışalı iki hafta olmuştu sadece. O kız tanıştırmıştı. O kız, arkadaşım... Sevgilim değil. Hiç olmadı, hiç olmayacak. Tıpkı... Her neyse, dağıtmayayım konuyu.

“ Bir de ben gidip bakayım." dedi sarışın kız. Adı Emine, oldukça güzel bir kız. Gerçi ne bana ne kendisine hayrı var güzelliğinin...

…Hepsi votka içiyor, ben viskiyi tercih ediyorum. Odadaki o masumiyet de öyleydi. Bir anda kaptırıp kendini koyverene kadar içmişti viskisini, paylaştığımız şişeden. Ne oluyor niye ağlıyor bu demeye kalmadan sarıldı bana sıkıca. O sarılmayı unutamam, hayatta bana hiçbir insan öyle sarılmadı. Sımsıkı, gitmekten korkarcasına. Sanki bana "Düşüyorum tut beni!” diyordu kolları. "Bırakmam seni, bana güven" diyordu kollarım. Sonra gözyaşları omuza ulaşır olduğunda gittik onunla o karanlık odaya. Salonda çalan salak şarkı burada duyulmuyordu. Kız, telefonundan benim onunla tanıştırdığım Ane Brun'ı açtı. Hiç unutmam, to let myself go'ydu açtığı şarkı.

"Anlatmak ister misin?" dedim. Kafasını salladı yavaşça, uzanıp elimi tuttu sıkıca. Ve konuşmaya başladı, akıttı içindeki zehri… Nasıl yazabilirim ağzından dökülenleri? Yazabilecek gücüm olsaydı dahi mahremine saygımdan yazmazdım. Ama o yükü hâlâ taşırım omuzlarımda. Taşıyorum da... Ağladığında o tükenene kadar, saçları parmaklarımın arasında kaybolduğunda dahi içeridekilerin sesini, hiçbir şey olmamış gibi devam eden muhabbetlerini duyabiliyordum. O ve ben farklıydık, o ve ben acı nedir biliyorduk, o ve ben bir hüzne ortak olabiliyorduk. O ve ben, o kadar yalnızdık ki... Bana anlattıklarından kahrolsa dahi yalnızlığına birini ortak edebildiği için mutlu olduğunu anlayabiliyordum. Hüznün içindeki yalnızlık acısını hissedebiliyordum.

Aradan altı aydan fazla zaman geçti. Bugün aylar sonra ilk defa ondan haber aldım. Gittiği İtalya'dan atmış mail'i. "Yalnızım, korkuyorum, mutsuzum, ağlıyorum, yardımına ihtiyacım var ama senden yardım istemem artık. Kendisinden daha umutsuz birinden nasıl yardım isteyebilir insan?" yazıyor mail'in son cümlesinde.

Evet. Umutsuzum, mutsuzum. Korkmuyorum ama korkmayı istiyorum. Korkmayan insan her şeyi yapabilir. Yapabileceklerimden çok koruyorum.

10 Ocak 2011

İnsanın kaderini kabullenmesi

"...Her insan böyle ölmeli."

OZ'da geçiyordu bu cümle. Aradan yıllar geçmesine rağmen bunu unutmamışım. Komik aslında; o dizide o kadar psikopatça, manyakça ve asla unutamayacağım şeyleri gördüm fakat aklıma ilk gelen şey bu dümle oluyor diziye dair.

"İnsanın kaderini kabullenmesi, her insan bu şekilde ölmeli..."

Acaba kendi ölümüne adım atanlar da kaderlerini kabullenmiş mi oluyorlar? Ya yarıda bırakmayı seçtikleri düşüncesi? Kaderleri yarıda mı kaldı yoksa intihar etmeleri kaderlerinin sonunda yaşayacakları mıydı? Paradoksallık içinde eritebilirim bu inancı.

"Eh, bir nevi günlük zaten"

Yok aslında tam olarak değil. Günlük yazarken bilirsin okunma riski olduğunu. Gün gelir annen, baban falan bir şekilde ele geçirebilir günlüğü. Açıp okuyabilirler ve orada "Alican bugün bana gülümsedi... Alican bugün elimi tuttu... İlk öpüşüşümüz... Artık tek erkek beni doyuramıyor..." minvalli yazılar bulabilirler. İşte bu risktir günlüklere her şeyini yazdırtmayan.

Aynı şekilde biri çıkıp "Zaten blog demek günlük demek" deyince orada dur diyorum. Günlüklerin kimlikleri olur. Annen senin günlüğünü kocasınınki sanmaz mesela. O yüzden bloglar ayrı bir olay. Günlük falan değiller. Günlüğün halka arzı olabilirler -ki zaten o da budur.

Sonuç olarak, ne kadar çabalarsan çabala kendinden kaçamayacaksın. Hep bir adım arkanda olacak gerçeğin. Acıların.

09 Ocak 2011

Gitmek

Bazen ne kadar kolay oluyor. Sadece "git" demek yetiyor. Hatta kabalaşıp "siktir git" dediğim de olmadı değil. Hoş, küfre karşı değilim zaten. Özellikle de saygıyı hak etmeyen insanlar için. Öyle ki, tek yapman gereken her şeyi yok saymak. Ne geçmiş, ne yaşananlar ne de onun ifade ettikleri değerli artık düşüncesiyle hareket etme özgürlüğü çok az durumda bulunabilen bir şey.

Sanırım insanın bunu yapmak için tek ihtiyaç duyduğu şey git dediği kişiye ihtiyaç duymayışı.

Lise günleri özlemin

Anlayamıyorum bunu. Sadece burada da değil, sözlükte de vurgulamışsın bunu. Lise günleri nedir ya? Benim kadar mutsuzdun sen de o günlerden. Önümde oturuyordun, bakıyordum sana ve sen hep umutsuzdun. Güldüğün zamanlar ne kadar doğal gülerdin ve bana hâlâ börek sözün var. Bak bunu hatırladığım ne iyi oldu.

Şizofren bir şair gibi yazdığımı fark ettim. Sadece iki kişinin anlayabileceği bir şeyi istediğinde buraya gelip okuyacak olan herhangi bir okuyucu için anlamlı kılmaya çalışıyorum. Halbuki tüm açıklığımla "Hepiniz burayı terk etmelisiniz. Burada size acı ve hüzün dışında hiçbir şey yok!" demeliyim. Burada bir her neyse vardı, o biraz daha mutluydu. Biraz daha umutluydu. Ama hiçbir zaman yeteri kadar olamadı. Ne şanslı ki hiçbir zaman benim battığım kadar batmadı da.

Yeniden Hayata

Ah be... Yazmış buraya eski dostum. Zaten değiştirdim onu, yok ettim blogun o halini. Yeniden hayata pek benlik değildi. Yeniden doğmak isteyen kim? Hiç doğmamış olmayı dileyen bri için ne ironikti. Bunu söylememiştim ona hiç, zaten ona kalmıştı blog, tek başına yazıyordu. Ben, pek çok şeyde olduğu gibi, bunda da onu yalnız bırakmıştım.
Şöyle bir şey var: Bazen sadece içinden akanı yazıyorsun. Bunu yaparken Yeniden Hayata gibi umut verici bir şeyi barındırmak istemiyor bünye. İkinci bir yaşama şansı verilemeyecek kadar çok mahvettim kendi hayatımı. Bana değil de, daha çok hak eden birine verilmesini isterim o hakkın. En nihayetinde benim hayatımın caps lock'ı sürekli kapalı. Küçük harflere, minimum'a indirgenmiş duygulara alışığım ben. En çok koyanı da o minimum'ların hayatımı bu derece etkileyebilmesi. Bazen düşünüyorum kendi kendime, bu hapsolduğum saygısız benlikte daha ne kadar zorlayabilirim kendimi? Dört ayak üstüne düşmemiş bir kedi şaşkınlığına sahibim. Aynaya bakmak bile istemiyorum: Sevmiyorum gözümdeki ölülüğü. Tezgahn üzerine serpilmiş balıkların gözünden hiçbir farkı yok. İçindeki fer bitmiş, tükenmiş. Mezardan sesleniyor bana. Çağırıyor beni.

Daha ne kadar direnebileceğim? Söyle bana her neyse, daha ne kadar?