13 Ocak 2011

"ağla, ağla... içinde hiçbir şey kalmayana dek"

...ve sarıldım ona. Ağlamasına izin verdim kollarımda. O kadar çok ağladı ki, uyuyakaldı. Masumane bir tavırla kalktım yanından, başka bir odaya geçtim. İçinde tanıdıklarım olan, içkinin tavan yaptığı odaya. Arada bakıyordum koridorun sonunda sağdaki o odaya. Kapkaranlıktı, içinde bir canlı olduğuna dair herhangi bir belirti yoktu.

“Neyse, ne oldu neymiş sorunu?"

“Yok bir şeyi abi, klasik kız sorunları işte" dedim. Ama öyle değildi. Sorunları klasik olmaktan çok uzaktı ve o bunu sadece benle paylaşmayı tercih etmişti. Anlattıklarının yükü omuzlarımdaydı artık. Onun yükünü kendime almıştım. Onun acısını bölüşmüştüm... Odada üç kız - iki erkektik. Bir evin salonunda, Mavişehir'deki bir apartman dairesinde. O kızın eviydi, karanlık odada bir başına uyuyan o masum meleğin. Salondaki dört arkadaşla yakın değildim. Hatta tanışalı iki hafta olmuştu sadece. O kız tanıştırmıştı. O kız, arkadaşım... Sevgilim değil. Hiç olmadı, hiç olmayacak. Tıpkı... Her neyse, dağıtmayayım konuyu.

“ Bir de ben gidip bakayım." dedi sarışın kız. Adı Emine, oldukça güzel bir kız. Gerçi ne bana ne kendisine hayrı var güzelliğinin...

…Hepsi votka içiyor, ben viskiyi tercih ediyorum. Odadaki o masumiyet de öyleydi. Bir anda kaptırıp kendini koyverene kadar içmişti viskisini, paylaştığımız şişeden. Ne oluyor niye ağlıyor bu demeye kalmadan sarıldı bana sıkıca. O sarılmayı unutamam, hayatta bana hiçbir insan öyle sarılmadı. Sımsıkı, gitmekten korkarcasına. Sanki bana "Düşüyorum tut beni!” diyordu kolları. "Bırakmam seni, bana güven" diyordu kollarım. Sonra gözyaşları omuza ulaşır olduğunda gittik onunla o karanlık odaya. Salonda çalan salak şarkı burada duyulmuyordu. Kız, telefonundan benim onunla tanıştırdığım Ane Brun'ı açtı. Hiç unutmam, to let myself go'ydu açtığı şarkı.

"Anlatmak ister misin?" dedim. Kafasını salladı yavaşça, uzanıp elimi tuttu sıkıca. Ve konuşmaya başladı, akıttı içindeki zehri… Nasıl yazabilirim ağzından dökülenleri? Yazabilecek gücüm olsaydı dahi mahremine saygımdan yazmazdım. Ama o yükü hâlâ taşırım omuzlarımda. Taşıyorum da... Ağladığında o tükenene kadar, saçları parmaklarımın arasında kaybolduğunda dahi içeridekilerin sesini, hiçbir şey olmamış gibi devam eden muhabbetlerini duyabiliyordum. O ve ben farklıydık, o ve ben acı nedir biliyorduk, o ve ben bir hüzne ortak olabiliyorduk. O ve ben, o kadar yalnızdık ki... Bana anlattıklarından kahrolsa dahi yalnızlığına birini ortak edebildiği için mutlu olduğunu anlayabiliyordum. Hüznün içindeki yalnızlık acısını hissedebiliyordum.

Aradan altı aydan fazla zaman geçti. Bugün aylar sonra ilk defa ondan haber aldım. Gittiği İtalya'dan atmış mail'i. "Yalnızım, korkuyorum, mutsuzum, ağlıyorum, yardımına ihtiyacım var ama senden yardım istemem artık. Kendisinden daha umutsuz birinden nasıl yardım isteyebilir insan?" yazıyor mail'in son cümlesinde.

Evet. Umutsuzum, mutsuzum. Korkmuyorum ama korkmayı istiyorum. Korkmayan insan her şeyi yapabilir. Yapabileceklerimden çok koruyorum.

Hiç yorum yok: