19 Ocak 2011

vali beyler

Bir köprünün tepesinde. Çok yalan söylemeyeceğim; Boğaz Köprüsü’nün üstündeyken... Ve yalnızken...

İşte herkesin hikayesinin biteceği bu yerde benim hikayem başlıyor. Ben, yalnızken mutsuz biri olarak bu gece başlatıyorum her şeyi. Sonu nereye mi varacak? Bilmiyorum. Ama her şey denemeye değer bu hayatta, değil mi? İnsan umutsuz anlarda alır en akıl dışı kararları. Ben de en nihayetinde bir insanım. Yapmam gerekeni yapıyorum.

Bu sabah uyanmadım ben. Hikayelerdeki gibi “Bir sabah uyandığımda...” tarzı bir şey olmadı. Uyanmadım; çünkü hiç uyuyamamıştım zaten. Kafasını yastığa koyduğunda uyuyabilen o şanslılardan değilim. Şans demişken... En şanslı olanları da yastığa başını yalnız koymayanlardır. Bir sevgili, ah bir sevgili! Onların minel aşk’larıdır uyumalarını sağlayan. Seks için (en az) iki kişi gerekir. Bir aşk için iki kişi. Bir bebek doğsun diye iki kişi. Ne yazık ki ölürken bir kişi yetiyor. İlahi adalet mi? Belki ölümü seçme hakkıyla sağlanıyordur o da.

Bu sabah uyandım ben. Uykudan değil ama, hayattan. Bu sabah uyandım ve gözlerimi yepyeni bir dünyaya açtım. Çapaklar vardı görmemi engelleyen, hepsini bir bir düşünerek yok ettim. En sonunda elimde sadece parlak bir çift göz kaldı. Görmesi gerekenden daha fazlasını gören bir çift göz... Şimdi ne mi görüyor onlar? Kapkaranlık bir yer. Birkaç küçük ışık var sadece o karanlığın ortasında, ilerliyorlar usulca. Evet korkutucu, ne yalan söyleyeyim. Özellikle de buraya ölmeye değil de yaşamaya geldiğim için. Boğaz Köprüsü’nde korkulukları geçen biri aşağıya sarktığında çok az kişi inanır onun yaşamaya geldiğine. Eh bana kimse inanmıyor şu an. En azından çevremdeki polisler ve haberciler. Kameralar bir saat içinde beni televizyonda gösterecekler. Ana haber bültenlerine yetişebileceğimi sanıyorum. Ve yarın... Yarın yepyeni bir gün olacak. Fakat şimdi sadece bu işe odaklanmalıyım.

“Valiyi görmek istiyorum!” Tek dediğim bu oldu. Söylenen, yapılan her şeyi bu şekilde geçiştirdim. Çok uçmamak gerekiyordu: Başbakanı isteyemezdim sonuçta. Ama vali de işimi görürdü. Bürokraside iyi bir yerdeydi. Hele ki İstanbul Valisi...

“Bak, gel vazgeç genç dostum. Yardım edelim sana. İş bulalım. Aş bulalım.” İşe ihtiyacım yok ki benim. Paraya da yok. Zaten yeterince param var, zaten iş bulmamı garantileyecek bir okulda okuyorum.

“Valiyi görmek istiyorum!” Bu işler böyle yürüyor. Kameralar yoksa vali gelmez. Emniyet müdürünü bile bulamazsın. Ama kameralar varsa her şey elinin altındadır. Kamuoyu, liderleri yöneten şey budur. Yaşlı teyzeler “Cık cık cık. Vali de bir genç adamın hayatını kurtarmaya gitmemiş! Vicdansız!” demesinler diye gelecek buraya vali bey. Bir yaşlı teyze hiçbir şeydir. On tanesi de öyle. Ama binlercesi... Binlerce olurlarsa o koltuğa elveda sayın vali. O yüzden vali buraya gelecek.

“Vali beyler İstanbul’da değiller! İn oradan, yanıma gel de konuşalım genç dostum.” Yalan tabii ki. Vali İstanbul’da. İnternet sağolsun her şeyi veriyor arayan bir göz için. Vali beyler şu an şehirdeler ve hatta büyük ihtimalle verilen resepsiyonda kulağına eğilerek benden bahsediliyor fısıldanarak. Suratı asılmıştır eminim. Kimin nesidir o lanet çocuk? Şimdi iş yok diye haykırıp basının önünde küçük düşürecek onu. Belki atlar bile. O zaman sıçar işte vali bey, o yüzden kalkıp paşa paşa gelecek.

“Tamam, haber geldi vali geliyormuş. Bak trafiği de kesiyorsun. Gel in aşağıya da burada konuş valiyle. Arabada? Hm?”

“Valiyi görmek istiyorum!”

“Tamam, gelecek yarım saate.” Gelir tabii. Hayır, bari çocuğun adını öğrenselerdi. Hiçbir şey de bilmiyoruz ki hakkında. Saçlarını yeni kazıtmış belli ki. Sakalları da çok uzun. Tanınmamak mı istiyor nedir? Belki de gitmemeli vali bey, çok tehlikeli. Güvenlik şefi öyle diyor. Ama vali gelmek zorunda. Kamuoyu onu yok eder yoksa. İyice araştırsınlar o çocuğu ve oradaki polis amirine haber verin vali gelene kadar o çocuğun ismini öğrenemezse kendini Muş’ta trafik polisi olarak bulur.

Ah vali ah. Gelip yüzümü gördüğünde nasıl da şok olacaksın! Bu düşündüklerim şu an gerçekleşiyor çünkü. Belki Muş değil de Ardahan demiştir. Kim bilir.

“Valiyi görmek istiyorum!” Ve tabii ki en sonunda vali bey teşrif ettiler. Vay vay. Nasıl da bembeyaz yüzü. Nasıl da stresli! Kimin nesi bu lanet herif diyordur içinden. Az bile diyor. Birazdan süt dökmüş kedi gibi olacak.

“Sizinle konuşmak istiyordum.”

“Geldim işte sevgili oğlum, hadi burada konuşalım. İn oradan aşağıya.”

“Sayın vali, geçen bir röportajınızı okudum. Uçmaktan büyük keyif alıyormuşsunuz.” Vali gülümseyerek yaklaşıyor bana. Bana ulaştığını, beni oradan sessiz sedasız indirtip daha sonra karakolda bir daha onun işini bölmeyeyim diye dövdüreceğini hiç çaktırmıyor. Ah ulan şu siyasiler! Adamı yerin dibine sokarsınız yemin ediyorum. Ama az kaldı valiciğim, ucacağız birazdan.

“Nedir derdin? Parasız mısın? Başın mı dertte?” Hayır değil. Sadece ünlü olmak istiyorum. Tarihe geçmek istiyorum. Sıkıldım anlayacağınız. Birazdan anlarsınız ya da.

“Yakına gelin valim, yalnızca sizin duymanızı istiyorum. Basın duyarsa kariyeriniz açısından hoş olmaya-“ Cümlem bitmeden atılıyor yanıma. Belki aklından akşam başbakanın haberleri izleyip izlemeyeceği geçiyordur. Riske girmez siyasi valim. Anında damlar yanıma.

“Tamam, söyle hadi. Kimse duymaz artık.”

“Korumalarınızı da uzaklaştırın. Yoksa atlarım!” Bundan sonrası tarih kitapları için.

Beni, ortalama bir evin salonu büyüklüğündeki soğuk bir odaya attılar. Eh, hakları da var tabii. Sen git valiyi tut, sonra da onun sırtına sanki silahmış gibi sakız kutusu daya. Ondan sonra da başbakanı istiyorum de. Hadi oradan. Elbette burada son bulacaktı. Ama en azından valiyle kısacık bir konuşma yapma şansımız oldu. Ona hayatının en umutsuz iki dakikasını yaşattım.

“Sayın valim, birazdan sırtınızdaki bu silahı ateşleyeceğim ve bağırsaklarınızı avucunuzda bulacaksınız.”

“Yaşatmazlar seni!” Nasıl da soluk soluğa, nasıl da tırsmış.

“Ya yaşamak istemiyorsam sayın valim?” Suratındaki korku her şeye değer.

“Yaklaşmayın, yaklaşırsanız sıkarım!” Aptallar sürüsü sizi. Amma da salaksınız. Sıkılmakta haklıyım sizle yaşadığım için.

Valinin korumaları taşaklı çıktı. Yalnızca bir an gözümü onlardan ayırdım ve saniyesinde yakaladılar beni. Elimdeki sakız kutusunu valiye tutup sırıtarak suratına attım. Ondan sonra pek çok el tarafından bir araca tıkılıp buraya getirildim. Birazdan da ev sahiplerim teşrif ederler.

“İsim Erkan. Soyismi Çalışkan. Yaş 21, doğum yeri Antalya. Anne ölü, baba işadamı falan filan. Eh öt bakalım, neydi amacın?”

“Eğlenmek.”

“Eğlendin mi bari?”

“Çook.” Sonraki birkaç dakika dayak yedim. Zevkli bir şeydi aslında, sadece canımı çok acıtıyordu.

“Yeter be canım acıyor!” Ve tabii ki daha da dayak. Kendim kaşındım.

“Şimdi, bu hoş yakınlaşmamızdan sonra birbirimizi daha iyi anlayacağımıza inanıyorum. Di mi?”

“Hı hı.”

“Bana bak! Cevap ver lan bana! Kime çalışıyorsun?”

“Kimseye.”

“Kes! Kimle berabersin?”

“Seda. Aynı sınıftayız. Aşık bana ve ben-” Yine dayak.

“Öt bakalım.” Yalnız bu sefer ötecek güce sahip değilim. Dudağım ve burnumdan kan fışkırıyor. Zorla cümle kuruyorum. “Avukat istiyorum.”

“Siktir lan! Valiyi tehdit ettin sen.”

“Sakız kutusuyla. Eminim oracıkta can verirdi.” Yine dayak. Ve sonra karanlık. Kopkoyu.

Kasım 2012’de, üç günlük sorgulama sonucu işkenceden can veren Erkan Çalışkan’ın avukatı bir belge yayımladı. Tutuklanmadan önce Çalışkan’ın verdiği yazılı ifadede şunlar yazılıydı.

En yakın arkadaşım üniversitede siyasi iktidarı eleştirdiği için gözaltına alındı. İki gün sonra bir yasadışı örgütle bağlantısı ortaya çıktı ve ondan üç gün sonra da karakolda intihar ettiği söylendi. Adli tıp raporu ile ailesinin yaptırdığı otopsi bambaşka şeyler söylüyordu. O öldükten sonra artık bu konuya dikkat çekmem gerektiğine karar verdim. Valiyi ölümle tehdit etmekten içeri gireceğim ve sorgulanacağım. Eğer ölürsem yayımlanmak üzere bu mektubu avukatıma veriyorum. Daha fazla seyirci kalınmasın diye. Erkan Çalışkan.


(*Kişi ve kurumlar hayal ürünüdür)

Hiç yorum yok: