17 yaşındaydım o zamanlar. Ne İpek Ongun'un vaktinde okuduğum o basit hezeyanlarla dolu Yaş on yedi kitabı ne de Teoman'ın Daha on yedi on yedi on yedi diye dürüp giden şarkısı tanımlayabilirdi beni. Ben de arayışta olan herkes gibiydim: kendimin özel olduğuna inanıyordum. Hatta o kadar özeldim ki ben bile çözememiştim niye yaşadığımı. Zaten benimle ilgili hemen her şey buraya çıkar: Yaşamak, yaşamaya çalışmak.
Karadeniz Ereğli'de yaşıyordum o zamanlar. Önümde her neyse ve ezgi adlı iki kız otururdu sınıfta. her neyse zaten her neyse'ydi işte. Her şeyiyle özeldi benim için. Ezgi de bambaşka bir şeydi. İki en yakın arkadaştı onlar ve ben arkalarında hiçbir şeyi umursamadığım dünyamda dinlerdim onları. Birbirleriyle tartıştıklarında anlar, ama hiç belli etmezdim. Birden çok kez ikisi de farklı zamanlarda bana gelip dert yanarlardı birbirleri hakkında. İkisine de bir şey demezdim, akıl vermezdim, yol göstermezdim. Daha sonraları sevgilimle ilişkimin de ana maddesi olacak şey geçerliydi: Kimsenin İlişkisine karışma. İster arkadaş, ister aile bireyi, ister sevgili...
Bir gün yine ben sessiz sakin hayatı sorgularken önümde her neyse ile ezgi kavga ettiler. Gözümün önünde tartışıyorlardı sessizce. Bir ara Ezgi ile göz göze geldim, duyduğumu anlayıp sustu. Onun suskunluğu bana şunu sordurdu: Yalnız olsaydık bu dünyada, sadece tek olsaydık, yine de susar mıydık? Kişinin kendine saygısı, özverisi, çabası olur muydu? Ne bileyim mesela osurur muydum kimsenin olmadığını bildiğim bir sinemada? Ya da bomboş bir lokantada yemeğe tükürür müydüm? Her şeyden önemlisi de, bu sikik hayatta nerede yalnız olabilirdim? Gerçekten yalnız demek istiyorum. Sonra cevabı buldum: Mezarlık. Soğuk, umutsuz, karanlık mezarlık.
Eh eğer o tabuta gireceksen önce tabutun gireceği yeri görmeli insan değil mi? Bugün ya da yarın ne fark eder. İlla ki öleceğiz işte. Ölüm, ölüm. Ölüm!
Bu düşünceler nereye kadar durabilirdi beynimde? O gece çıktım evden dışarıya. Ereğli'de Ereğli Lisesi'nin yanında bir mezarlık vardı. Gece oraya girdim. Uf, şimdi bile tüylerim diken diken oluyor. Bunun sebebi gecenin bir vakti kapkaranlık mezarlıkta olmak değildi, orada ne kadar rahat hissettiğimi fark etmekti. Sanki defalarca gelmişim gibi, sanki orası evimmiş gibi.
Gece vakti mezarlık korkutucu olmalıydı. O karanlıkta mermerlerden gelen ürkütücü sessizlik yoğun olmalıydı, her an bir gölgeden bilinmedik bir şey çıkmalıydı. Ne mırlayan kedi, ne ağaçların korkutucu siluetleri etkilememişti beni. Ben o çok klasikleşmiş tabirle yaşayan ölü'ydüm sanki. Ve ben dolaştım o gece orada. Üç saate yakın zaman geçirdim sessizlikte. Korku duymaya çalıştım, uçsuz bucaksız büyük mezarlıktan kaçmamı sağlayacak o azıcık korkuyu hissetmeye çalıştım. Olmadı... Korkmadım, korkamadım... Gündüz gözüyle hüzünlü gelen mezarlıklar gece gözüyle daha da hüzünlü olurmuş onu fark ettim.
Sormuştum kendime: Madem bu kadar rahatsın, niye yerini hemen ayırtmıyorsun?
Buna verecek cevabım yoktu. Vardı da, henüz şekillenmemişti kafamda.
2 yorum:
Bizler zamanını bekliyoruz, belki de ondandır yer ayırtmayışın. Belki de rezerveleri sevmiyorsundur.
Birden bire, pat diye düşünsene!
Bana çekici geliyor aslında.
Ben de mezarlıkları yoklayan bir insanım. Mezarlıları yokladıkça, hayata değer biçen insanım.
3 lira 5 lira trilyonlar mı ? o yok. Bir ekmek fiyatına..
Neyse!
yer ayırtmaya gücüm yok maalesef, ondan.
Yorum Gönder