20 Ocak 2011

Kalp

Bana gereken tek şey, şu an bu yazanları okuyabilen hepinizin sahip olduğu şey: Kalp. Bulunamazsa ben öleceğim. Korkarım ki çok fazla vaktim yok. Ayrıca utanıyorum bunu söylediğime ama “Çok korkuyorum!”

Adım yok benim. Tipim yok, yaşım yok, cinsiyetim yok. Elli yaşında bir anne de olabilirim dokuz yaşında bir erkek çocuk da. Sizler için ben sadece korku dolu bir ‘kalpsiz’im. Evet bunu söylemekten çekinmiyorum, ben kalpsizim. Kalbimi aldılar benim. Onu yok ettiler ve bana şimdi yeni bir kalp gerekli. Vücuda kan pompalayan o organ olmayınca yaşamak mümkün mü?

Durun size kalpsizlikten bahsedeyim biraz.

Bir adam düşünün. Bir şekilde kandırıyor insanları, dalgın olanları kaçırıyor veya zor durumdakileri buluyor. Bir adam düşünün, hayatınızın en karanlık anında sizi bulup daha da beter ediyor her şeyi. İşte o adam benim kalbimi çaldı. Hak etmeyen, kalpsiz, iğrenç bir adam aldı benim kalbimi. Aldı onu ve şimdi beni bu hastane odasında bir kalbe muhtaç halde bıraktı. Eğer hâlâ anlayamadıysanız daha da net açıklayayım bunu. Tabii bu arada bana dair pek çok şeyi de öğreneceksiniz…

İşten atıldım o sabah. Hem de ne için? Sırf bir arkadaşımı koruyayım, onun hakkını yedirmeyeyim diye. Ben atıldıktan yaklaşık üç saat sonra benim işlerimi (ve tabii maaşımı da) ona devrettiler. Ben de o günün gecesinde bir barda aldım soluğu. İçtim. Sabaha kadar, deliler gibi içtim. Yanıma çok yakışıklı bir adam geldi. Onunla konuştuk, onunla içtik, onunla seviştik. Sabah uyandığımda yanımdaydı. Gülümsedi bana. Çırılçıplak yatmış olduğumdan göğüslerimi ellerimle kapamaya çalıştım gayri ihtiyari. Gülerek çekti ellerimi. Parmak uçlarımı öptü. Sonra boynumu, sonra göğüslerimi, sonra…

Bir hafta sonra ona “bitanem” diyordum. Bir ay sonra “her şeyim” oldu. Bir yıl sonra da “orospu çocuğu pislik”… Şimdi mi? Şimdi sadece “hırsız”. En değerli şeyimi aldı, onu bir başkasına sattı. Sattığı kişiyi bulamadım. Polisler –her seferinde- bulacağız, merak etmeyin diyorlar. Ediyorum ama. Çünkü her geçen gün ölüme yaklaşıyorum. Hastane havası da bunu pek iyiye götürmüyor. Herkesin bana öleceğimi bilerek bakması hiç hoş değil.

Adı Cenk’ti. Benim adım da Minel. “Aşk” derdi bana arada. Nasıl da mutlu olurdum. Nasıl da sevinirdim. Bir tarafına soksaymış keşke o aşkı.

Bu sabah yine saatimin alarmı uyandırdı beni. Hemşireler gelmeden uyanmak çok hoşuma gidiyor… Saatim her zamanki gibi sadece benim duyabileceğim şekilde, frekansı çipimle uyarlamış olarak uyandırdı beni. Bazıları ben hâlâ bu eski moda saati kullanıyorum diye gülüyorlar bana. Neredeyse hepsi kendi çiplerine eklettiler o ve benzeri milyonlarca özelliği. Eh teknolojinin hızına yaklaşılmıyor. 50 sene önce insanlar hâlâ bilgisayar adını verdikleri şeyleri kullanıyorlardı. Sonra yerine çipler geldi. “Madem bilgisayarlara bu kadar ileri teknoloji yükleyebiliyoruz, aynısını kendimize niye yüklemeyelim” diye sordu psikopat bilim adamları ve işte şimdi böyleyiz. Kafanın içinde belli çipler var ve biz her birimiz zaten birer bilgisayarız. Neyse. Nereden geldim bu konuya yine? Herhalde mesleğimden dolayı olacak. Ne de olsa bir sosyolog olarak en büyük ekmek kapım son yüz yıl içinde insanoğlunun kendini inanılmaz ilerletmesi. 1980’den 2080’e ne çok şey oldu dünyada. Ama en önemlisi de benim kalbim çalındı. Benim için insanlık tarihinin en önemli olayı bu. Hatta tüm insanlık bununla son bulacak…

Az önce ablam geldi hastaneye. Elinde bir buket çiçek vardı. Tabii ki gerçek çiçek değil. Gerçeğini alabilmek için ya güçlü bir devletin başkanı ya da Google’da üst düzey yönetici olmak gerek. Yapaylarından getirmiş. Yeryüzünde kendini ciddi anlamda ilerletemeyen tek meslek ziraat olsa gerek. Kız kardeşime dedim bunu. Alındı üstüne. Ne de olsa kendisi bir ziraatçı. Bize önceki nesillerin miras bırakmadığı en önemli şeylerden birini geri getirmekle uğraşıyor: Ağaç.

“Bugün çok daha iyi görünüyorsun Minel.”

“Sen çok kötü bir yalancısın abla!” Cevap vermemesi gerçekten kötü olduğumun kanıtıydı. Kalpsiz bir şekilde yeterince uzun yaşamıştım zaten. Herkes bunun bir mucize olduğunu söylüyordu.

“Hepsi o Cenk denen şerefsiz yüzünden. Keşke öğrensek kalbini ne yaptığını.”

“Onun hakkında böyle konuşma abla!”

“Aman yani sen de!” İşin garip tarafı ben ağzıma geleni ona söylesem de başka birinin ona bir şey demesine dayanamıyordum hâlâ. Belki kalbimin yerindeki boşluk zamanla öğrenir bunu da.

“Neyse canım ben gidiyorum. İşe geç kalmamalıyım. Çok önemli bir gün bugün, ilk defa bir lale göreceğiz canlı olarak! İnanabiliyor musun, bir lale! Başbakan özel izin verdi bizi devlet korumasındaki botanik müzesine sokmak için. Dünyada kalan son canlı laleyi göreceğiz! İnanabiliyor musun? İnsan başka ne ister ki?”

“Kalp.” Bir anda suratı asıldı ablamın. Haklıyım diye değil, unuttuğu için.

“Hadi git işe abla, bugün senin için çok önemli. Öpüyorum.” Bana hüzünle baksa da lale görebilecek olmanın verdiği heyecanla ayrıldı yanımdan. Ben de sabah internette takılmak için kapadım gözlerimi.

İnanılmaz bir şey oldu bugün! Bana bir kalp bulundu! Sanırım tekrar yaşamaya başlayabilirim artık. Durun anlatayım hemen: Sabah bok gibi geçmişti ancak akşam odama doktor geldi. Bana çok çok iyi bir haberi olduğunu söyledi. Uygun bir kalp bulmuşlar bana. Kalbin sahibi yirmi sekiz yaşında, esmer, yakışıklı ve kariyer sahibi. Türkiye’nin en çok çalışan kurumunda müdür: İnternet sitesi yasaklama üst kurulu. Düşünsenize, saatte ortalama beş bin site kapatan bir kurulun başındaki kişinin kalbi bana uygunmuş! Üç gün sonra gelecek ve tanışacağız. Eğer gerekli biyolojik testlerden geçersek kalbini bana nakledecekler. Böylece benim yeni bir kalbim olacak ve yeni bir hayata başlayabileceğim yeni sevgilimle.

Aşk! Senin biyolojik değil de duygusal olduğunu düşündükleri dönemde ne kadar değerliymişsin sen! Şimdi birine ‘âşık olmak’ için kalbinin uyuşması ve doku transferi gerekiyor. Üstelik o aşk biterse giden kişi kalbini de almış oluyor. Tek kişi yaşanamıyor aşk denen illet. İnsanoğlu duygularını o kadar hızlı tüketti ki geçen senelerde; artık aşk, sevgi, merhamet gibi şeyler doku ve duygu transferleriyle mümkün olabiliyor ancak. Yüzlerce yıl önce bir şair yazmış, ben de onunla bitireyim blog’umu: “Ah minel aşk! Aşkıyla beni kör eden!”

Bekle beni kalp, geliyorum!

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Çok keyifli bir hikayeydi. Eline sağlık :)

neyse dedi ki...

:) sevindim beğenmene.