31 Mart 2009

Annem Geldi

Kimsenin ilgilenmediği bir hayatın varsa ve bir dış etken aniden gelip neler yaptığına karışmaya başlıyorsa hayat çok zor olabiliyor. Cedric gibi oldu sanki. Mesele bu değil.

Dün annem geldi, gelmesiyle "Hadi yavrum, hadi evladım" moduna girmesi, bilirkişiliğini aktifleştirmesi bir oldu. Ciddi meseleleri tartışırken hiç ama hiç anlaşamıyoruz ve bir noktadan sonra, ben artık, onun kabaran coşkusuna ve yükselen sesine katlanamadığım için "Peki anne, öyledir, elbette" moduna geçiyorum. Birini dinlemiyorsam bellidir ne yaptığım: Baş sallarım, uzakta bir noktaya bakarım, "Evet, doğru diyorsun" derim. Bu üçünden birini gözlemliyorsanız bende, bilin ki bedenim yanınızda, ruhum göktedir.

İnsanlar pohpohlanmayı sever, dediklerinin tasdik edilmesinden hoşlanır, birileri onlara "Haklısın" dediğinde mutlu olurlar. "İnsanlar" ile başladım diye, zannedilmesin kendimi katmıyorum o güruha. Elbette, ben de varım. Hatta sizi en çok benim söylediklerime kulak verip bana inandığınız, beni desteklediğiniz, beni tasdik ettiğiniz zaman seviyorum. Bu sayede egomu besliyorum, bu sayede her gün bir diğerinden fazla özgüvenle yatağımdan çıkıyorum.

Yazamıyorum

Yazamıyorum... İyi yazamamak değil, kötü yazmak değil, yazmayı istemek. İstemiyorum. Geçici bir şey olsa gerek. Geçmeyecek belki de. Kısa süreceğini umuyorum ya da. evet diyalektiğin dibini görmüş biriyim. İnkar edemem. Siz edebilirsiniz. Bir kez daha mı? Evet...

Yazamıyorum... Yazmak istemiyorum. Sözlüklere yazmayı bıraktım, yazmıyorum.
Yazacak gücüm yok, istemiyorum.
Bir çelişki daha: Bunu yazarak dile getiriyorum.

Sevgilimle kavga halindeyiz, küstük hatta. Ayrıldık hatta. Ama o arıyor yine, yapamıyor bensiz. Ben de onsuz. Ama benim kendimi durduracak iradem var. Lanet olası iradem bana vaktinde neleri durdurmadı ki! Her şey için herkes için öne çıktı. Bir kendim için, bir benim içimdeki karanlığı engellemek için öne çıkamadı. her neyse aradı, açamadım. Otobüsteydim sanırım. Ya da derste, hatırlamıyorum. Hatırlayamıyorum. Annemi aramış sonra, ilk defa telefonda konuşmuş olsalar gerek birbirleriyle. İyidir annem, sever onu.
Bana mesaj atmış, yarın arayacakmış. "Tabi ki" dedim. Ama sanırım konuşamayacağız. Yeğenlerim -ikizler- geldiler. Ben bunu tamamen unutmuşum. Üstelik yarın sınavım varmış -bunu ise kesinlikle unutmuşum- arıyorum, açmıyor. "Şimdi konuşalım, yarın konuşmayalım vaktim olamayacak ne yazık ki," diyeceğim; ama açmıyor. Ve ben hem sevgilime ulaşamıyorum (arayacağım deyip kapadı telefonu ve aramadı hâlâ) hem de her neyse'ye. Hayatta en değer verdiğim iki arkadaşıma ulaşamıyorum.
Canları sağolsun.

Dedim ya yazamıyorum, yanılmışım. Nasıl da yazıyorum! Sadece yazmak istemiyorum. İsteyemiyorum; çünkü korkuyorum. Benim en tehlikeli ruh halim geri geldi: umursamaz, içine kapanık, yaşam sevgisi bitmiş, yorgun... Ben, her şeyimle ben geri geldim. Üzgünüm her neyse, üzgünüm inan bana.
Bunun böyle olamsını istemezdim.

Sen yaz hep, okuyacağım. Belki bir kaç güne kadar düzelirim belki de kendimi yazıya teslim edip yazarım her şeyi. Hep merak ettiğin gerçek 'ben'i. Ve evet, eski neyse daha rahattı; depresyon hırkasına sığınabiliyordu. Zor sanırım, kendimi zora sokmayı seviyorum. Bu yüzden kendi hayatımın içine edip duruyorum.
Az önce sana üzgünüm dedim, şimdi kendime, kendi benliğime diyorum.

29 Mart 2009

Cool Olmak

Lisede sene sonunda mezun olruken "en cool" seçilmiş biri olarak söylemiyorum bunu. Basit bir anadolu lisesi, kimin ne kadar cool olduğu çok da önemli değil.

Az önce ekşi sözlük'te her neyse'nin favorisi mortifera'yı okuyoreum. bir entyrsine denk geldim. Cool olmak mı? Evet o ortamda onun yaptığı harekettir cool olmak.

aynen copt paste yapıyorum (ne yazık ki link veremedim. bilen bri yorum yazıp söylerse sevinirim)

başlık: Cem Yılmaz

"seçim kuyruğunda tam arkamdaydı kendisi.

malesef korkularım gerçek oldu ve ortam bir anda magazin programlarındaki fiks "cem yılmaz'dan espri bombardımanı" haberlerine döndü. sıra sıra tüm amcalar kendisine gidip komikli şakalar yapıp fotoğraf çektirdikten sonra bir noktada yanımdaki bir adamın arkadaşına telefon açıp "cem yılmaz burda, espriler gırla gidiyor" dediğine şait oldum.

tam ruhumu teslim edecektim ki cebimde mp3 player olduğunu keşfettim. buna ansiklopedi arasına daha önceden sakladığım 100 lirayı bulmuş kadar sevindiğimi söyleyebilirim.

sesi sonuna kadar açıp bu espri tufanı ve güldürü kasırgasından kopardım kendimi,

tek tesellim cem yılmaz'ın o durumdan benden bile fazla tiksiniyor gözükmesiydi..."


Arkasında Cem Yılmaz var ve adam mp3 dinliyor ortamın saçmalığı yüzünden. Yoksa eminim konuşurdu onunla. Al sana cool olmak bayan her neyse.

Bir de bir fotoğrafını koyuyorum mortifera'nın sol ek'e.

Olmayacak Kişiye Olacak Mektuplar

Ne kadar ironik bir insanım. Olmayacaklar içinde olacaklar, yapılmayacaklar içinde yapılacaklar...
Ben mutsuzum!
İlk defa; dilerdim ki burayı kimse okumasa! Hiç kimse, ben bile...

Bazı insanlar vardır sevmek için bazıları da- ehh neler diyorum ya! Kendi yazdıklarımdan tiksinecek kadar soğumuşsam hayattan, beni ne tutacak ki?
(her neyse, burada sonrasını okuman hoş olmayabilir. Hayat görüşünü zorlayabilir. Mutsuz olmak istemiyorsan okuma)

Bir gerçekten bahsedeyim, tüm insanların birbirine yalan söylediği bir gerçekten: Kimse 'sonsuz' bir sevgiyle sevilmiyor. Kimse sonsuz bir sevgiyle sevmiyor. (belki ama belki sadece anneler bunun dışında) Öyleyse bir baba evladına nasıl vurabilir? Bir sevgili sevgilisine nasıl bağırabilir? Bir arkadaş bir arkadaşa nasıl kötülük yapabilir? Parti sloganı gibi oldu, siktir et olsun. Benim sloganım olsun, kendime parti de kurarım hatta: "Yalanların görüldüğü parti" kısaltması da "YGP" olur, "yeniden garip psikoloji" derim ben ona.

Ben biliyorum, insanoğlunun kendine söylediği yalanlar çerçevesinde gerçek olduğunu. Ona söylenen yalanlar çerçevesinde gerçek olduğunu. Ne diyordu adam: "Eğer o adam uçtuğunu düşünürse, eğer ben de onun uçtuğunu düşünürsem o halde o gerçekten uçmuş olur."
Al işte bu gerçek! Bunu biliyorsunuz, hepiniz üstelik. Kendinize söylediğiniz yalanlar, çevrenizdekilerin size söylediği yalanlar! Sizi mutlu eden bu! Sizi hayata bağlayan bu. Gerçekleriniz değil, sadece bu.

Sokayım sizin 'gerçek' anlayışınıza.

Dersleriniz çok mu kötü? Ne diyorsunuz kendinize: "Çalışacağım düzelecek." Diğerleri ne diyor size: "Çalışacaksın düzelecek." Ve buna inanıyorsunuz değil mi? Safça, salakça inanıyorsunuz. Hiçbir şey siz öyle istediniz diye olmaz. Çevre şartlar sizi, din şartlar sizi, iktidar şartlar sizi, yönetim şartlar sizi! Siz! Siz kimsiniz? Hanginiz kitleleri peşinden sürükleyebildi? Hanginiz adını tüm insanlığa duyurdu? Hanginiz kendi oldu?

Kendi olmak nedir bilir misiniz? Kendi olmak kitlelerin peşinden koşmamaktır, kendi olmak kitleleri peşinden koşturmamaktır. Kendi olmak yalnız olmaktır. Çünkü bu lanet düzen içinde yalnız insan yalnızca kendi olabilir. Aksi halde yalanalr, iftiralar, pislikler, çirkeflikler ve sayamadığım binlercesi sizin siz olmanızı engeller. Zaten bu noktadan sonra anlamı yok. Ne siz, ne ben ne de bir başkası... Biz yenildik. Biz kaybettik. Yüzü olmayan insanlara karşı savaştık, yüzü olmayan duygularla mücadele ettik. Küstük hayata, kızdık hayata.

En acısı da hayat bizi hiç sallamadı. Ona küstüğümüz anlamadı. Yalanlar! Yalanlar gizledi bunu.

Kendinize söylediğiniz tüm yalanlar çok iyidir değil mi? Kilo vereceğim, ders çalışacağım, işi bırakacağım, o kız beni seviyor, bu çocuk bana hasta... Ah diyorum ah. Keşke bunları söylemeseydik. Keşke günü geldiğinde "yaptım" deseydik. "Ders çalıştım, o kız beni seviyormuş gerçekten, ben... ben mutluyum" deseydik. Eh neyse bak, hayata soktukça bana sokmaya devam ediyor. Onu eleştirecek bir yazı yazıyorum ve kendi yazdıklarım içinde özlem duyduğum şeyleri yüzüme vuruyor.

Hayat! Tüm çirkinliğinle sen, tüm çekiciliğinle sen, tüm ışığınla sen! Sen artık beni kendine çekemiyorsun...

27 Mart 2009

Aşk

Ah ne kadar masumane yaklaşmışsın aşka her neyse. Sanki papatyalar içinde sarı elbiseli bir kız geldi gözümün önüne. Sanki o kızın başını kaplayan kara bulutlar her an açılacak, o tekrar köpeği ve elini tuttuğu çocukluk arkadaşıyla mutlu olacakmış gibi.

Sana gerçeği anlatmamı ister misin?

Aşk demek dostum, aşk demek acı çekmektir. Bak bunu boşa demiyorum, bunu anlayacaksın. Platonik olduğun için, herhangi birini arzuladığın için veya o zamanlarda değil, hayır değil. Bunu ne zaman anlayacaksın biliyor musun? İstediğin kişiyi elde ettikten sonra.

Yine kötü bir anımdayım sanırım, her türlü mutluluk tablosunu bozasım var. Bunu sabote etmeyeceğim sadece gerçekleri söyleyeceğim. Herkes biliyor ki çok az şey gerçekler kadar koyar adama.

Sana gerçekleri anlatmamı ister misin dostum?

Gerçekler adamın yüzüne vurur. Hayal yoktur onlar için, hayal kurmak yoktur, istemek ve elde edememek vardır. İstemek ve uzaklaşmak vardır. Sen varsındır yalnızca ve en acı gerçek de budur: Hayat boyu ne yaparsan yap 'yalnızca' sen olacaksın her şeyde. Bir ve biricik, sarışın ve mavi gözlü, Depresif ve mutlu, kucağında çocuğunla, düğün günü gülümserken, benimle telefonda konuşurken... Fark etmez. Hepsinde yalnızca sen olacaksın.
Zaten bu siktimin blogunu niye yazıyorsun ki? Benimle aynı sebepten. Varolma isteği. Varlığını kanıtlama isteği.
Ah dostum ah, ah.

Sana bizi anlatayım mı?

Biz mutlu olduğumuzu anlayamayanlardanız. Biz mutsuzluğu sevenlerdeniz En acısı da mutlu olmamak için çabalayanlardanız. Sen her neyse'cim, sen bunu aşıyorsun artık. Sen artık mutlu olmayı öğreniyorsun, mutlu kalmayı öğreniyorsun. Bunu öğrendiğin günü ve kalıcı yapabildiğin gün bu yazdıklarımın hepsini sil at. Yırt, parçala! Çünkü o gün o yüzsüz kalabalığın bir neferi olacaksın, onlar gibi olacaksın. Onların senin olmanı istediği gibi. Her şeyden öte kendi olmak istediğin gibi.

Sana bir şey söyleyeyim mi?

Ben uzun yaşayamacağım sanırım.

Yalnız Bir Opera

Ben şiiri pek sevmem. toplasan yirmiyi geçmez sevdiğim, keyif aldığım şiirler. (Dante - ilahi komedya dahil)
Ancak bazıları var ki beni benden alıyorlar. Atilla İlhan'In "Git başımdan Aysel"şiiri gibi.
Ancak sanırım üst sıraları zorlayan şiirlerin başında Murathan Mungan'ın Yalnız bir opera'sı geliyor...


Ve bitti...

Sonra yalnız bir opera başladı

Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
Yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
Oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim.

İmrendiğin, öfkelendiğin
Kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
Yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
Dile dökülmeyenin tenhalığında
Kaçırılan bakışlarda
Gündeliğin başıboş ayrıntılarında
Zaman zaman geri tepip duruyordu.
Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun,
Biraz daha fazla sevdiğim,
Biraz daha önem verdiğim.

Başlangıçta dogruydu belki.
Sıradan bir serüven,
Rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
Gün günden hayatıma yayılan,
Varlığımı ele geçiren,
Büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin

Yaz başıydı gittiğinde,
Ardından,
Senin için üç lirik parça yazmaya karar vermistim.
Kimsesiz bir yazdı.
Yoktun.
Kimsesizdim.
Çıkılmış bir yolun ilk durağında
Bir mevsim
Bekledim durdum.
Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.

Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
Yüzündeki küskün kedere,
Gür kirpiklerinin altından kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
Çerçevesine sığmayan
Munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
Lirik sozcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
Yaz başıydı gittiğinde.
Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti mayıs.
Seni bir şiire düşündükçe
Kanat gibi, tüy gibi,
Dokunmak gibi uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma.
Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük
Usulca düşüyordu bir kağıt aklığına,
Belki de ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.

Yaz başıydı gittiğinde.
Nir aşkın ilk günleriydi daha.
Aşk mıydı, değil miydi?
Bunu o günler kim bilebilirdi?
"Eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen"
Notunu buldum kapımda.
Altına saat:16.00 diye yazmıştın,
Ve 16.04'tü onu bulduğumda.

Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
aramızda bir düşman gibi duran
zaman'ı
daha o gün anlamalıydım
benim sana erken
senin bana geç kaldığını

gittin.
koca bir yaz girdi aramıza.
yaz ve getirdikleri.
döndüğünde eksik,
noksan bir şeyler başlamıştı.
sanki yaz, birbirimizi
görmediğimiz o üç ay,
alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan,
olmamıştı, eksik kalmıştı.

kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza.
adımlarımız tutuk,
yüreğimiz çekingen,
körler gibi tutunuyor,
dilsizler gibi bakışıyorduk.
sanki ufacık bir şey olsa birbirimizden kaçacaktık.

fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki. zamanla
gözlerimiz açıldı,
dilimiz çözüldü
güvenle ilerledik birbirimize.
gittin.
şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza.
biliyorum
ne sen dönebilirsin artık,
ne de ben kapıyı açabilirim sana.

şimdi biz neyiz biliyor musun?
akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
birbirine uzanamayan
boşlukta iki yalnız yıldız gibi
acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
bir zaman sonra
batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
bizden diyorum, ikimizden
ne kalacak?

şimdi biz neyiz biliyor musun?
yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz. umut
ve korkunun
hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada
bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını
bilmeyen
çocuklar gibi
ve elbet biz de bu aşkta büyüyecek
her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz

kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.

kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak,
yazıya oturup
sonu gelmeyen cümleler kurmak,
camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...
böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içimizdeki ıssızlığı dolduramaz hiçbir oyun
para etmez kendimizi avutmak için bulduğumuz numaralar
bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar,
eşyalar gözünüzün önünde durur
birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
cağrışımlarla ödeşemezsiniz

dışarda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
bir ayrılığın ilk günleridir daha
her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkta

gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saat tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara

boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak,
eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasinda
kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden
yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente,
bir tutkunluk haline, bir trafik kazasına,
başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye,
ameliyata alınmaya kendimizi hazırlar gibi

yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir an'ın, yalnızca bir an'ın bütün bir hayatı kapladıgı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar

denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdir intihara bu kadar

bana zamandan söz ediyorlar
gelip size zamandan söz ederler
yaraları nasıl sardığından,
ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.
zamanla ilgili
bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.
hepsini bilirsiniz zaten,
bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.
dahası onalar da bilirler.
ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
bittiğine kendini inandirmak,
ayrılığın gerçeğine katlanmak,
sırtınızdaki hançeri çıkartmak,
yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak
kolay değildir elbet.
kolay değildir
bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek.
zaman alır.
zaman,
alır sizden bunların yükünü
o boşluk dolar elbet,
yaralar kabuk bağlar,
sızılar diner, acılar dibe çöker.
hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.
bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.
o boşluk doldu sanırsınız
oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir

gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
dilerim geri teper.
yoksa gerçekten
bitmişsinizdir.

zamanla yerleşir yaşadıkların,
yeniden konumlanır, çoğalır anlamları,
önemi kavranır.
bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey,
çok sonra değerini kazanır.
yokluğu derin
ve sürekli bir sızı halini alır.
oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır

ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
bunlar da bir işe yaramadıysa
demek yangından kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda

bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
solgun yollardan geçtim.
bakışımlı mevsimlerden
ikindi yağmurlarını bekleyen
yaz sonu hüzünlerinden
gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
geçti her çağın bitki örtüsünden
oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
bakarken dünyaya
yangınlarla bayındır kentler gibiyim:
çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları,
sarhoşların ve sucluların unuttuklarını hatırlamaktan
uzun uzak yolları tarif etmekten
haydutluktan ve melankoliden
giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
duyarlığın gece mekteplerinden geldim
bütünlemeli çocuklarla geçti
gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.

bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
yaram vardı. bir de sözcükler
sonra vaat edilmiş topraklar gibi
sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım
kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
ilerledikçe...kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
aşk ve acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
daha şiir bitmeden.
karardı dizeler.
ask...bitti. soldu siir.
büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden

daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
aşk yalnız bir operadır, biliyordum: operada bir gece
uyudum, hiç uyanmadım.
barbarların seyrettiği tarapezlerden geçtim
her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
eksiliyorduk
mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani coğalarak
tahvil ve senetlerini intiharlarla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. terli ve kirliydim.
sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri...panayır yerleri...
ölü kelebekler...ölü kelebekler...
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
adım onların adının yanına yazılmasın diye
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
yoksa bu kadar konuşabilir miydim?

ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı

aşkın bir yolu vardır
her yaşta başka türlü geçilen
aşkın bir yolu vardır
her yaşta biraz gecikilen
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
sen de değilsin. o da değil
kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. bitmemiş bir şiirin ortasında
darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey

şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden

dönüp ardıma bakıyorum
yoksun sen
ey sanat! her şeyi hayata dönüştüren

25 Mart 2009

Soru

Bazen kendini ifade edemezsin. Ne söyleysen yavan kalır, yalan olur, eksiktir falan filan. Bana sık sık olurdu eskiden. Canımı sıkardı bu durum, canımın sıkılması da donuk bir yüz ifadesiyle gezmeme neden olurdu. Şimdilerde çok iyi bir arkadaşım olan biri bana ne dedi geçenlerde, biliyor musun ? "Ben seni hep görüyordum geçen sene, solgun, ifadesiz, hatta bazen asık bir yüzle... Hep merak etmişimdir neden öyleydin." Eh, bilseydim de kimseye söylemezdim ama bu noktada dürüst olup "Bir fikrimin olmadığını" dememde bir sakınca yok sanıyorum. Şu günlerde de bir "kendini anlatamama, sonucunda da insanlardan uzaklaşma" durumu yaşıyorum. Bunu birisine anlatmaya çalıştım, dedim ki "İstiyorum ki insanlar benim yanımda eğlensin, mutlu olsunlar. Bu yüzden eğer mutsuzsam, karamsarsam yanımda kimsenin olmamasını tercih ediyorum ki benim kötü doğamdan etkilenmesinler." - Evet neyse, konuşan senin ağzındı. Demek ki benimki de aynı şeyleri söylüyormuş, bak. - Her neyse, diyeceğime geleyim: Bu cümleyi kurmam, karşımdaki insanı benden soğuttu. O an hissettim. "Bu kız, cık cık" oldu. Biliyorum, ben fark ederim. Sezgilerim güçlü benim. Barizdi, o kişi benden uzaklaşmıştı.

İşin kötü tarafı buna hiç üzülmemiş olmamdı. Bu beni kötü bir insan yapar mı ?

24 Mart 2009

her neyse

Yazdıklarına bakıyorum da son zamanlarda tam bir sevgi pıtırcığı olmuş. "Hanimiş benim cancişim..." diyesi geliyor insanın.
Ah her neyse ah, senin eski depresif halleirni, karamsar karamsar sinirle gözlerini kırpıştırman yerine bu aşık moddaki halini görmeyi mi seçerdim?
Bir düşündüm de evet. Bu daha iyi. Mutlu olman mutlu ediyor.
Hey gidi her neyse... ehehe

Sessizliğe Sığınmak

Nasıldır bilir misiniz? Yalnızlığın vücut bulmasıdır. Sakinliğin sözünün edilmemesidir. Bir kaos vardır her tarafta ve siz yalnız olarak o kaosu görmezden gelmeye çalışırsınız. Başarılı olur musunuz peki?
Hayır. Hiçbir zaman olamazsınız.
Yalnız olmak için yaratılmamışız ki.
Sese ihtiyacımız var, onu duymaya, onu fiziksel olarak gerçek kılmaya... Sonra da bunların hepsini ikinci plana attığınızda sessizliğe sığınmayı öğrenirsiniz.
"Deneyin, çok güzeldir" demek isterdim; ama değil. Umrım hiçbir zaman bu şanssızlığı yaşamazsınız.

23 Mart 2009

S.O.S

Dayanamıyorum, yazacağım. Kendimi tutmaya çalıştım çok, ama olmuyor. 
Totalde yirmi saatini çalışarak geçirdiğim şu haftasonu bitti ya, başka hiçbir şeye bu kadar sevinemem. Beni eve kapanıp ders çalışmaya zorlayan curve sistemine lanet olsun.
Şu üniversiteye başladığımdan beri, Fizik hariç her derste not tuttum, az buçuk çalıştım filan ama, bu işleri sevmiyorum. Ama mecburum çalışmaya, biliyorum.
Sinirlerim çok bozuldu. Ama inan, dersten değil. Gürültüye alerjim var, yüksek sesle konuşan insanlara katlanamıyorum.
Önce durdum, sakin olmaya çalıştım. Ona kadar saydım filan. Cam açtım, havayı ciğerlerime çektim. Olmadı. Dayanamadım, ağlamaya başladım. Yetmedi. Gittim mutfağa, en büyük muzu buldum, kocaman Nutella kavanozunu raftan indirdim, bir elimde kaşık, bir elimde muz, yedim de yedim. Kaç yüz kalori aldım, bilmiyorum. Belki de bini geçtim. Kontrolümü yitirmiştim resmen.
Sonra modum değişti ve yeniden gülümsemeye başladım, şevkle işimin başına döndüm.
Şehir beni çağırıyor gezilmek için, kendime üç haftadır bir çöp bile almadım, Taksim'e gitmeyeli iki hafta oldu, sinemaya da keza, okul her zamankinden sıkıcı ama haftanın üç günü labım var, nasıl kırayım da kendimi sokaklara atayım ? Onu da yapamıyorum. Haftasonları da dersle geçiyor.
Tek kurtarıcım rüyalar, sağolsunlar, beni hiç yarı yolda bırakmadılar...

21 Mart 2009

Bahar

Blogumuza da bahar geldi. Bu renk bence güzel oldu, tabi klasik adam Neyse ne der, bilemiyorum... Kış sezonunu bitirdik. Zaman pozitif, rengarenk yazılar yazma zamanı... En azından benim için. Fakat birkaç günlüğüne yokum, şu matematik sınavını geçirdikten sonra patlatacağım bombaları.

xoxo

Gece

Şimdi fark ettim: Bugün gece ve gündüz süreleri eşitleniyor. Ve bugünden sonra günler uzayacak. Uzayacak, uzayacak... Çok sevdiğim gece kısmı olabildiğince az birkaç ay geçireceğim. Kendimi kötü hissediyorum. Ben yazın, gündüz uyurum, gece yaşarım. Gece yazarım, gece gezerim, gece yer içerim, gece konuşurum, gece gülerim, gece ağlarım, gece banyo yaparım, gece sinemaya giderim. Ama bu "gece"ler kısaldıkça modum düşüyor, hayatımdan çalındığını düşünüyorum, her gün, birkaç saatin.

Bu yaz için birkaç planım vardı. Zannediyorum yaz okuluna kalma planım bütün planlarımın önüne geçecek ve ben yine "öff bunaldım"larla dolu, güneşe çıkmaktan şiddetle kaçındığım bir üç ay geçireceğim. Yurda çıksam iyi olacak. En azından 559 C veya 43 R'lerin o iğrenç havasızlığını nemli ve sıcak İstanbul günlerinde çekmemiş olurum... Şimdiden nelere dertleniyorum.

Kanepe Tartışması

Şimdi bir daha düşündüm de, ben bu işlerden anlamıyorum. Az önce "Senden hiç iyi sevgili olmaz" eleştirisini aldım. Biraz ağır geldi. Niçin öyle diyorlar bana, anlamıyorum. Halbuki ben çok olgun ve anlayışlı bir insan olduğumu düşünüyordum... Öyleyim de. Bir kusurum var ama. Dokunmayı sevmeyen bir insan olabilir mi ? Benim o işte. Galiba o yüzden diyorlar. Sevgilim ayağını kucağıma uzatmak istediğinde buna itiraz etmemeliymişim. Tartışma konusu oldu resmen. Evet, bir ayak bacağıma değince hoşlanmıyorum. Birinden ayrılmak istediğimde kavgayı "Kanepede yatarken ayaklarını bacaklarıma sürüyorsun" diyerek çıkaracağım ve son noktayı öyle koyacağım. Evet, bu da bir sonraki hedefim olsun... Yoksa elbette, sevgilimin ayaklarına canım feda. Yanlış anlaşılmalara mahal vermeyeyim. Bu yazıyı "Sen uzaktan sevilmek için yaratılmışsın kızım, boşuna uğraşma, çok sevsen de ulaşılmaz kalmak için istemezsin seni seveni." diyen bir insan var, bir nankör, ona adıyorum...

Başlıksız Blog Yazısı

Neden bir anda böyle oldu, bilemiyorum. Şu bloga bile bir başlık bulamadık daha. Bir anda modum düştü. Bu deyimi de kimse anlamıyor, kendimi kötü hissediyorum. Galiba ben uydurdum, o yüzden. Bazı şeyler daha değişik olabilirdi, onu düşünüyorum. Farklı yollar seçebilirdim. Farklı insanlarla olabilirdim, farklı bir insan olabilirdim. Öyle zamanlar oluyor ki yaptıklarımdan hiç hoşlanmıyorum. Hayatın acayip dinamikleri var. En azından benim yaşadığımın. Bazen içimden ne hissettiğimi söylemek bile gelmiyor da yalan söylüyorum ya, işte o zaman, dürüst olayım, kendimi berbat hissediyorum. Tıpkı şu an yaptığım gibi yani. Bakmayın, hepinizi kekliyorum.

20 Mart 2009

Loop

Sabahtan beri kaçıncı oldu, bilmiyorum, o kadar çok dinledim ki:
Dance Of The Bad Angels - Booth and the Bad Angel.
Az sonra çıkıp uzun bir yürüyüş yapacağım, kulağımda bu şarkı ile.

"I long to loose myself inside your skin.."

Geri Dönüşüm

Tetra Pak deyince aklıma geldi. O meyve suyu ve saire kutularını geri dönüşüme yollamak isteseniz, kağıt bölümüne mi, metal bölümüne mi, plastik bölümüne mi atardınız ??

Gerçek şu ki, hiçbirine atamazsınız. Çıkın bakalım işin içinden.
Dünya, sen de kirlen. Olur ya yeni bir gezegen buluruz, taşınır, seni şimdilerde Aydede'yi izlediğimiz gibi uzaktan seyrederiz. 
Adını da Mehtap koymayıveririz, endişelenme.

Nokta

Bir şey yazıp sonuna nokta koymayınca çok fena oluyorum.
Yazdığım şey havadaymış gibi, o cümle bana ait değilmiş gibi.
Birileri gelip keyfine göre tamamlayacakmış gibi.
Noktalama işaretleri güzeldir.
NOKTA daha da karizmatiktir. Evet.

Devrik

Devrik dedin de geldi birden aklıma
En sonunda benim de bir şiirim olacak ama
Vurup vurup şişenin dibine kafiyeleri bulmak var ya
Riyakar bir görüntü veriyor sanki bana, sevmesem de onları asla
İçten içe biliyorum lisede geçirdiğim boş dersleri
Kaçırttı onlar bana cinaslı ile zengin kafiye çeşitlerini

19 Mart 2009

Ben

Günüm çok yorucu geçti. Bünyem fazla mı zayıfladı yine, yoksa bir gün içine sığdırdığım yüzlerce iş katlanıp binlere mi ulaştı, bilemiyorum. Fikir değiştirdim, biliyorum: Bünyem zayıf. Çünkü haftalardır her günü aynı geçiriyorum: Okula git, eve gel, çantayı yere at, bilgisayarı aç, mail, facebook ve bilumum hesapları kontrol et, bir şeyler oku, "yine ders çalışmadım" diye hayıflanarak, "yarın kesin çalışacağım" diyerek uyu. Aah, uyumak için bile protokol lazım, kim ister gözleri kapanıp başı önüne düşerken banyoya gidip, yüz göz temizleyip, diş fırçalayıp, pijama giyip yatağa gitmeyi ? Son derece nahoş.

Ben aslında koca bir günü pijamasıyla, kapıdan dışarı adım atmadan geçirebilecek bir insanım - ki zaten son dönemde sıklıkla yapar oldum bunu - ama cık cık, her zamanki gibi "işleri kuralına uygun yapma alışkanlığım" "aklıma eseni yapma arzularım"ın önüne geçiyor.

Şimdi bunu niçin dedim, bilmiyorum. Birkaç gündür burada yalnızım, ve şuna karar verdim: YALNIZ KALMAK BERBAT ! Evet. Ama yalnız olmayabileceğini bildiğin zamanlarda yalnız kalmak. Belirteyim. Zaten kendi başınaysan ve bunu değiştirme imkanın yoksa, o zaman kendinle baş başa kalmaktan zevk almaya çalışabilirsin. O mübah bak.

On dokuz yaşındayım ve kendimi bazen çok büyük hissediyorum. Bazı şeyleri yapamayacak kadar büyük. Ama yaşımın bir parka gidip salıncakta sallanmaya engel olacak kadar fazla olduğunu hiç sanmıyorum. Geçenlerde bir arkadaşıma dedim, "Parka gidelim, haydi, değişiklik olur, stres atarız!" Bana "Bunu önerdiğine inanamıyorum, yaşımız kaç, başımız kaç?" dedi. O an içimde uyanan o kişiden millerce uzaklaşma isteğini zorla bastırdım, zira esasında çok sevdiğim bir insandı kendisi. Ama bugün kendimi çok da küçük hissettim: Yani ben zaten ne biriktirdim ki hayat ve saire konusunda ahkam kesebilirim? Can Dündar yeni bir programa başlamış, "Canlı Gaste" diye. İşte ona bugün Hakkı Devrim konuktu ve bir şeyler, bir şeyler dedi, ardından "Rahmetli ile bir gün baya tartışmıştık bu konuyla ilgili, altmışlarda filan". O an - kesinlikle konuyla alakası yok - önce bir "eheh" gülüşü, ardından "eheheheh" gülüşü, ardından "ahahahahahahahahahah" gülüşü geldi. Kendime hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. 

Her neyse. Konuma döneyim. Aslında konuya değil de, başlığa: Bu blog yazma işi kadar bencilce bir şey yok, ona kanaat getirdim. Biz sevgili, orada olmayan okuyucularımız için değil, kendimiz için, kimsenin yazmayacağı şeyler için buralarda takılacağımızı söyleyip duruyoruz, üzerine geyikler de çeviriyoruz filan ama, bugün tamamıyla anladım, gerçekten bencilce davranıyoruz. Diğer yazar beyi bilmem ama ben çok bencilce davranıyorum. Bak, her cümlemi "ben" formunda kuruyorum. Çünkü hayatımda farklı bir şey yok aslında "ben"den başka - ki o da yeterince değişken aslında. Garip bir şey.

Biraz zihnim dağınık, son derece farkındayım. Bilinçli olarak yaptığım bir şey değil, aklımdaki onlarca şeyin gönüllerince takılmalarına izin vermek - evet, düşüncenin de bilinci var, orası kesin, zihin katman katman, tetra pak kutuları gibi (ne alakaysa) - ve ben o bilinçli şeyleri kontrol edemiyorum. Saçma benzetmelerimi sevenler var, bunu biliyorum - ki bu insanlar, o benzetmeleri saçmalıktan çıkartıp bir mantık çerçevesine oturtmamı sağlıyorlar. Hepsine buradan teşekkür ediyorum. Biraz daha devam edip Oscar törenlerine yaraşır bir monologa çevireceğim yazımı. Vazgeçiyorum o yüzden, ve bu konuyu kapatıyorum.

Eklem ağrılarım son günlerde dayanılmaz bir hal aldı. Hava durumunu düzenli olarak rapor ediyorum arkadaşlarıma, ve her gün, bir öncekinden daha net bir tahminde bulunabilmek beni çok üzüyor. Biraz okudum araştırdım. Romatizmal ağrıların - türüne göre değişiyor elbette - kalp üzerinde de etkisi oluyormuş. Hastalık hastası değilim ama, zaman zaman gelen sıkışmalarımın nedenini de merak ediyorum. En kısa zamanda bir doktora görünmeliyim sanırım...

18 Mart 2009

tribute to mortifera

Mortifera,
durum, sandığın gibi değil
ama son iki senedir
her gün okundu entrylerin 
tarafımdan
ve etkilenmemek elde değil
üslup açısından.
Geçenlerde gördüm seni
tam tahmin ettiğim yüz ifaden,
yürürken dört leventte
ama biraz da yardım aldım 
upside down fotoğrafından
itiraf edeyim.

Komik adamsın karizmasın filan ama
anlamıyorum bu aralar yazdığın entrylerden bir şey
ne olur, yine eskisi gibi yaz
stumbleupon tespitin filan
canımı sıktı
çünkü ben stumbleupon kullanmıyorum.

Bir de şu şiirlerin yok mu,
işte onlardan yazmaya devam et sen
insanlar seni taklit etmeye bayılıyor.
Ve aşk başlığına da sakın entry girme
ben açıp okumadım bir entry bile ordan
ya da okumuşumdur
ama sayısı da maksimum dokuzdur.
Dokuz bile değil, üçtür. 
Evet, tam olarak üç.
Ciddiyim.

Bir de diyalog entrylerin
işte onlar benim kocaman gülümsemelerim
iyi ki yazıyorsun onları da
bir de otisabi var onu çok severim, 
ama ona çok ağır üsluplu filan bir şeyler yazmam gerek
öyle hissetmekteyim.

Şimdi böyle ben de taklit ediyormuşum gibi oldu
ama dedim ya
üslup üslubu etkiliyor.
Sanma ki yüzeysel bir insanım,
kesinlikle değilim 
o yüzden ciddi konulara girmiyorum.

Devrik

Devrik cümleler cümleler istedim
Kurabileyim insanların yanında
Beceremedim, modum düştü.
Annem der hep,
"Kızlara yakışmaz
fevri ve kaba hareketler."
Fazla titizlendim ben de,
çenem düştü.
Çenem düştü derken, bugünlerde.
Yoksa ben zaten çok konuşan biri değilim
Zaten tanıştığım bir akranıma haftalarca "siz" diye
hitap ettiğim olmuştur, o derece.
Şimdi kanka modundayız o insanla, o da ayrı mesele
her neyse.
İsterim ki her genç kız güzel ve formda
Her genç erkek yakışıklı ve kaslı doğsun
Ama herkes o kadar şanslı olamıyor
bu sığ şiirleri yazma yeteneğinin
bünyemdeki miktarı kadar yani.

safçana bir kız

Ben
fazlaca garip
bir aşka tutuldum.
Öyle ki 
uyuyamıyorum
istesem de.

Der misin sen de
"Safsın, bilemezsin hem de
ne kadar.
Böyle olduğun günler
geçecek elbette.
Ama saflığın
İşte o senin en büyük artın."

Şimdi isterim ki lütfen
çektir git
kırıcı şeyler söylemeden ben,
sevgili iç sesim.

16 Mart 2009

Bridgehead

"If substituents are present, we number the bridged ring system beginning at one bridgehead, proceeding first along the longest bridge to the other bridgehead, then along the next longest bridge back to the first bridgehead. The shortest bridge is numbered last."

Ve ben iddia ediyorum, Kripton'dan geldim. 

Sevgili

Giderek anlamını yitiriyor gözümde. Ne bu kavram ne de bunu taşıyan kişi. Yazmıştım herhalde bir yazımda sevgili olmanın değersizleşmesiyle ilgili bir şey. Hatırlamıyorum çok, son zamanlarda baya şey yazdım. Hatta sürekli yazıyorum. Gönül isterdi ki sözlüğe ya da buraya yazana kadar kitabımın ikinci cildini bitireyim; ama o orada öylece yatıyor. Yazık.

Sevgilim, benim sevgilim, artık bana çok şey ifade etmiyor. En son bugün söyledim ona bunu ve şimdi yolda o. Vizeleri bitmiş, yanıma geliyor bir süreliğine bu lafımdan sonra. İlişkideki açmazlarımızı çözecekmişiz. Ne yazık ki artık mümkün değil, bunu ona söylemek istemezdim.

Günah çıkarıyorum herhalde, buraya yazınca böyle. Devam edeyim. Çok fazla hata yaptım, benden daha fazla hata yaptı o. Zaten bir noktadan sonra aşk azalınca her şeyin göze batması doğal bir şey. Kimse sonsuza dek aşık olamaz (bak bununla ilgil bir yazımı sildim. Bloga koymuştum halbuki. Şimdi sözlüklerden birini süslüyor) Neyse işte, anlayacağınız artık seven ama sevmeyen, bağlı ama bağlı olmayan, iki kişilik yalnız bir ilişkiye sahibim. Yanıma geldiğinde ona açıklayacağım şeylerin geçerliliği olmayacak. Çünkü vaktinde hata yapıp çok fazla şey söyldim. Çok fazla sevdim. Kızlar, kırılgan varlıklar. Hep de öyle olacaklar; çünkü işlerine geliyor.

Mortifera (her neyse için)


Ekşi sözlükte mod log diye bir olay var. Yazarın silinen entryleri, sildikleri, ispiyonlananlar, başlıkların taşınması vs gözükür. Mortifera burada bir moderatörlerin onunla ilgili yazdıklarını ele geçirmiş. Umarım beğenirsin...

Otisabi - Arzach

15 Mart 2009

Unutmak

Başlığa "..." nokta koymak geldi bir an içimden. Nedense yapmıyorum bunu, yani başlığa herhangi bir noktalama işareti koymak istemiyorum. Çok mu sadeyim?

Az önce eski bir arkadaşımı aradım. En son dört ay önce aramış beni, "sınava giriyorum seni çıkınca ararım," demişim. Aramamışım... Kızlara özgü o incinmişlikle söyledi: "Özledim seni." ve sonra ekledi: "Niye aramadın?"

Unuttum. Unutmak istedim. Üzgünüm...

Hey You

Fonda bu şarkı olduğu için başlığı bu şekilde açıyorum. Genel olarak, henüz ne yazacağımı bilmeden yazdığım yazılardan bir başkası olacak gibi duruyor bu da.

Ben çok konuşkan biri değilim. İnsnalarda şu kanıyı oluşturmuşum anladığım kadarıyla: normal ama değil. Mutlu ama değil. Hüzünlü...
Ben buyum işte. Ne bir taraftaki ne de öbür taraftakiyim. "Ben" demeyi seviyorum. Bunu herhangi bir ideoloji etkiisnde kalmadan yapıyorum. Ne sosyalistim ne kapitalist. Sağcı değilim, solcu değilim. Ateist değilim, dindar değilim. Hep ortada kalmışım toplumun genel konuları için. İnsanları tarih boyunca bölen, ikiye ayıran, parçalayan konularda, ideolojilerde ben yokum. Kabul edemiyorum. Hiçbir ideoloji tam olarak beni tatmin etmiyor, eksiksiz bir yasa göremiyorum, tamam olmuş bir oluşum bulamıyorum. İşte bu sebeple ben kendimi onlardan soyutluyorum. Siyaset sonuç olarak, ben siyasetten uzağım. Ben arkadaşlarımdan da uzağım, ben ailemden de uzağım. Ben... ben kendimden de uzağım.

İsterdim burada ilgi alanlarımı sıralayayım, isterdim burada hayatımın aşkını yazayım, isterdim burada deniz, güneş edebiyatı yapayım. Çok güzel anılarımdan bahsedeyim (ki varlar) ama ben yapmıyorum. Yapamıyorum. Ben sessizim. Buraya çok şey yazdığımı, kendimi bu şekilde ifade ettiğimi düşünüyorsunuz; ama derine bakınca yazılarımda çok az şey anlatığımı fark edersiniz. Benimle yüzyüe tanışırsanız eğer o zaman bu dediğimi anlayacaksınız.

Sessizim demiştim, bunun ne derece anlamlı bir şey olduğunu anlamayabilirsiniz. Bunu yapanları yadırgayabilirsiniz. Sadece kendini dinleyen, bütün gün kendisiyle beraber olan birinden ne beklersiniz? Çok şey beklenmeli aslında, mutluluk hakkında değil; ama mutsuzluk hakkında çok şey anlatabilir size. Zaten şunu anlamanızı dileirm; mutsuz insan mutluluğun değerini anlayabilendir.

Daha önceki pek çok ortamda yazdım, yazılı metinlerimin bulunduğu sözlüklerde ve kimsenin bilmediği, rastgele nicklerle yazılar gönderdiğim sitelerde buna değindim. her neyse zaten belirtmiş bir yazısında, buradaki nickimle, yani "Neyse" olarak eusözlük'te yazıyorum. Ekşi sözlükte'de bir başka nickle yazıyorum. Daha önce imzamın olduuğu pek çok yerde şunu demişim, yazmışımdır burada da tekrarlamakla yükümlü hissediyorum kendimi: Depresyona girmemiş, hayatın dibine inmemiş insanlar düz, sıradan insanlardır. Gerçek yaratıcılar, gerçekten mutluluğu hissedebilenler depresyon denen, bunalım denen o acımasız hırkayı giyenlerdir.

Ben girdim depresyona. Çıkmam çok uzun sürdü; gerçi hâlâ çıkmış sayılmam. Böyle bir yan etkisi var ne yazık ki: Tam olarak asla bitmiyor. Bir kere yalnız olmaktan zevk aldığınızda, bir kez sabah uyanmamayı dilediğinizde o şey artk sizin yakanız yapışmış oluyor. Uykunun hem sarıp sarmaladığı hem de bir lanet gibi üstünüze çöktüğü anlara şahit oluyorsunuz. Hem sevip hem nefret etme duygusunu uykuya karşı bile hissedebilme yeteneğiniz olduğunu fark ediyorsunuz.
Aslında çok şey fark ediyorsunuz. Hayatınız baştan aşağı değişiyor, duygularınızın aslında bir yalan, hayatınızın aslında sonu olmayan bir opera olduğunu anlıyorsunuz. Sonra tam bunları anladığınızda ve her şeyi çözdüğünüze inandığınızda aslında anladıklarınızın tamamının yalan olduğunu fark ediyorsunuz. Bir bebek. Bir bebek kadar acizsiniz. Bakın bunları yazınca ne kadar korkutucu geldi değil mi? Şimdi bunları bir insan empoze ettiğinizi düşünün. Hayatı boyunca hiçbir ideolojiye bağlı olmamış birine bunları aşıladığınızı ve hepsini onun kendi isteğiyle yaptığınızı düşünün. Hayatında bu kadar acımasız ve köklü değişiklikler olan biri, tüm bunlardan bir şekilde sağ çıkanimiş biri normal kalıplara sığabilir mi? Tek bir yöne kanalize olmuş şeyleri kabul edebilir mi?

Şu noktadan sonra yazarsam eğer gerçekten bir şeyleri açık edebilirim.

Beceriksiz

Geçtim mutfağa, kendime yiyecek bir şeyler hazırladım. Bunu yaparken teflon tava, tahta kaşık, bıçak, sosis, domates sosu ve tereyağı kullandım. Büyük bir hevesle annemi arayıp "Anne, inanamazsın, kendime sosis kızartıyorum !" dediğimde "Nasıl yaptın ?" sorusunu duydum. Tarif ettim, "Su ekledin umarım, azıcık" dedi annem. "Öyle mi gerekiyordu ?" Öyle gerekiyormuş.

Sosisler azıcık yandı, ama olsun. Fıstık gibi akşam yemeği oldu.
Yalnız yaşamak o kadar da fena bir şey değil, mutfakta deneysel takılıp evi ateşe vermediğin sürece...

Bloga Yazma İsteği

Bazen bir gelip pir gelen bu garip arzuyu nasıl tanımlasam ki? (Sözlük dışında bir yere yazarken tanım yapma zorunluluğu olmamasıne güzelmiş, unutmuşum neredeyse) Benim kendi açımdan bu yazma isteği ikiye ayrılıyor: Ya çok depresif olmalıyım ya da çok hevesli. Normal bir zamanda, normal anlarımda yazamıyorum. Eğe elimden iyi yazılar çıkıyorsa bilin ki o vakitlerde yazılmışlardır. Şu an mesela; yazının gidişatından anlayacağınız üzerine (gitmeyecek ama neyse) hevesim yok.
Normal bir baymışlık seviyesindeyim ki bu da yazma isteği uyandırmıyor içimde.

Sahil


Ocak ayında gittiğim "hometown"umun sahilinde gezerken gördüğum şu canlılar, uzunca bir süre masaüstümü süslemekle kalmadı, bana "poz vermenin önemini" ve "poz vermenin güzelliğini" hatırlatan semboller oldular. Fotoğraflarla yaşamak güzeldir, anılar toparlamak ve o anıları istediğiniz zaman karşınıza getirip yeniden yaşayabilmek. Kim demiş "Geçmişi özlemek suçtur" diye ?

Blogumuzu Öğreniyorum Olay 4

Blogumuzu öğreniyorum olay 4
part 1:
'Blogun amına koymak'

Bugün blogumuzu kurcalarken resim koyma yetkim olduğunu fark ettim. Hemen bilgisayarımda kayıtlı iki resmi yapıştırdım oraya. Kendi kendimi tatmin etmek olsa gerek; pek bir sevindim. Pek bir şenlendim. Pek bir muddalip pek bir abdülüm. (abdül muddalip)
Çocuklar gibi şenim artık; ancak tabi ki her neyse'nin daha iyi şeyleri vardır. Onları koyup benim içine ettiğim blogu toparlar belki...

14 Mart 2009

Şaşkın Ördekler

Bizi şaşkın ördekler diye tanımlamadan önce sevgiyi okuyucularımız, çirkin ördeğin hikayesini hatırlayacak mısınz? Hani kendisini göde görünce çirkin sanan; ama aslında öyle olmayan?
İşteben size desem ki siz bizim teknoloji özürlüsü olduğumuza dair ağır geyikler çevirirken (çünkü bunu yapabileceksiniz, eleştiriye açığız. ama tabi övgüler daha çok hoşumuza gidiyor) İşte siz olanca acımasızlığınızla bizi eleştirirken o ördeği unutmayın dostlarım. O ördek aslında çirkin değildi, yansıması suda olduğu için öyleydi. Ve hatta ve hatta 0 su ördeği yarattı. Şimdi lütfen burada ne demek istediğimi anlamış müthiş insanlar olun ve hep beraber daha mutlu günlere doğru yol alalım.
Sizi seviyorum.

Şaşkın Ördekler

Yarın bir gün burayı herkesin görüşüne açtığımızda, dönen muhabbetlere gülmeyip "yahu, keşke bana sorsalarmış da şu blog işini azıcık anlatıvereymişim" der misiniz, şimdilik orada olmayan okuyucularımız ?

Anlayabilir misiniz derdimizi, teknoloji özürlü olmadığımızı iddia edemeyişimizin bize kattığı hüznü ? Katlanabilir misiniz menopoz teyzeler gibi triplere girmemize ?

Yoksa "Ahahah aptallara bak, bir işi bile beceremiyorlar" diye dalga mı geçersiniz ?

Bilsem ki bizi seviyorsunuz, söyleyeceğim, sizi seviyorum. Sizsiz bir hiçim, yerde bağdaş kurup oturmuş bu yazıyı yazarken önce sırtım bükülecek, ardından da zamanla saçlarıma aklar düşecek. Uzun ipeksi saçlarıma.

Pek Ortaç tandanslı oldu, idare ediverin artık.

Blogumuzu Öğreniyorum Olay 3

Yapılan yorumları (hepsi bize ait inkar edemem) önceden düzenleyebiliyordum; ancak artık yapamıyorum bunu Yönetilmemiş yorumunuz yok diyor, sinirleniyorum. Sinirlenince hoş olmaz, blogun adını değiştirip ayıp şeyler yazabilirim...

Yan Etkiler

Bir deneme ve yanılma başlığı olarak deniyorum bu olayı. Henüz blogumuz yalnıca iki karamsar (biri mutlu olma adayı, umarım hep öyle kalır ve mutlu eder beni) yazara ev sahipliği yaptığından kimsenin bu durumu yadırgayacağını sanmıyorum.
her neyse ile aynı isimli başlık açtım ve yazıyorum. Bakalım yazılarımızı karıştıracak mı blogumuz...

Yan Etkiler

Bir itiraflar silsilesinin olmayacağını umarak başlıyorum...

Yapmam gereken yığınla işim olsa bile, eğer istemiyorsam, yapmaz oldum hiçbir şey. Hani öyle ki, olduğum yerden kalkıp su almaya gitmenin bile zor geldiği şu günlerde yalnızca üç şeyi düşünüyorum: Yaklaşan organik kimya sınavı, math 102 sınavı ve platonik aşkım. Başka şeyler de var tabi, ama aklımın yüzüme bir şeyler yansıtan kısmını bu konular işgal ediyor.

On sekiz yaşımı doldurduğum gün dünya farklı bir forma bürünmedi. Üniversiteye başladığım gün üzerime giydiğim kazağı 3 kez daha giydikten sonra - evet, gerçekten 3 kez daha giydim - dolabımın karanlık köşelerine ittim. Çok beğenerek aldığım gözlüğümden kurtulmak için harçlığımın geleceği günü bekliyorum. Sırtım fena halde ağrısa bile bilgisayarımı yerde kullanma alışkanlığımdan vazgeçemedim. Annem aradığında "çalışıyorum işte, ne yapayım" dedim ve yalan söyledim, pişmanlığı bir türlü geçemedi. Göz numaram bile senelerdir ilerlemedi. Beni uzun zamandan sonra gören herkesin dediği "sen ne kadar pozitif bir insan olmuşsun, çok iyi gördüm seni" türünden sözlere inanmak istesem de inanamıyorum. Daha doğrusu bundan korkuyorum. Değişmiş olmak düşüncesi beni ürkütüyor. Ama gülümsemeden duramıyorum !

Birinden hoşlanmanın bünyede yarattığı iki yönlü değişim var: Ya biraz daha karamsarlaşıyorsun, ya da iyice enerjik, coşkulu bir insan olup çıkıyorsun. Çok fena bir durum bence. Modumun hava durumuyla son derece ilişkilendirilebilir olduğu şu günlerde bir görünüp bir kaybolan güneşe kızgın olduğum kadar, sabah yağıp öğleden sonra gidiveren yağmura da tepkiliyim. Beni bukalemuna çevirdiği için memnundur herhalde Doğa Ana. Bütün bunlara rağmen, kendimi en berbat hissettiğim anlarda bile gülümsemekten kendimi alamayışım, yeni kararsızlıkları da beraberinde getiriyor, ki bu kısmı burada açmak istediğimi sanmıyorum.

Umduğumla sonuç arasında dağlar kadar fark oldu. En iyisi yazmayı bırakayım.

Masumiyet

Kirlenmemiş her şeydir aslında; ama biz bunu kirlenince anlarız.

-bundan sonrası çocukluğuma yazılmıştır-
Hatırlar mısın o günleri? Hoş zaten o günlerdesin; ama ben şimdi sana bir büyüğünmüş gibi yazacağım. Kendin gibi değil de bir dost gibi. Ne kadar basit değil mi hayat? Her sabah uyanıyorsun, anneni uyandırıp sana kahvaltı hazırlatıyorsun. Hep merak etmişimdir niye çok erken uyanıyorsun? Bu özelliğini orta okula kadar sürdüreceksin biliyor musun? Ondan sonra hayat yormaya başlayacak seni, acılarla tanışacaksın. İşte o zaman uyku en müthiş yardımcın olacak, sığınacaksın ona.

Çevrendekiler sana "Ağlama sakın! Eerkek çocuklar ağlamaz!" diyorlar ya; işte onları takma sakın. Daha sonra çıkacak çünkü ağlamamanın acısı. İsterimki ağla, hıçkıra hıçkıra ağla. Hem kimse yargılayamaz seni bunun için; sen emsallerine göre olgun bir çocuksun. Bazen merak ederim gelecekte her şeyin çok farklı olması için neler yapmalıydın diye? Ama bulamam cevap. Sen farklı bir çocuksun, farklı görüyorsun. Bu sebeptendir ki yok hayatında belli kırılma noktaları. Sanki bugüne gelmek için hep kısa adımlar attın, hep yumuşak dönüşler yaptın. Bir kaç tanesi kesikin ve sertti; ama onları da unutacaksın merak etme. Şimdi okuduğun Jules Verne kitaplarındaki çocuklara özendin sen. Büyük olmak istedin, hayatı karşılamak istedin. Tüm bunları yaparken de masumiyetini kaybettin. Yo gözlerin korkuyla açılmasın, kimseye zarar vermedin. Bilerek yapmadın en azından. Ama sen büyüdüğünde aslında o zamanlar ne kadar büyük olduğunu anladın. Üzülme boşuna, sana bir sır vereyim mi? Unutacaksın.

Hani küçükken bir gün Burcu sana bir çiçek uzatmıştı, şimdi değil bir kaç sene önce. Sen ya beş ya altı yaşındayken. Hatırladın değil mi? İşte keşke o çiçeği alsaydın. Kız küçüktü ve seviyordu seni. Küçük bir kızın sevgisinin ne demek olduğunu bilemediğin için kımıyorum sana ama. Bundan on iki on üç yıl sonra da aynı olacaksın. Sen hep bir şekilde üzgün olacaksın küçük dostum. Ama merak etme, Burcu'yla bir daha hayatın boyunca yalnızca bir kez görüşeceksin. O zaman yeterince üzüleceksin zaten; hayatta gördüğün en güzel kızlardan biri olmuş oalcak ve o çiçeği hatırlayacak. Yo parlamasın gözlerin hevesle, unutulmamak o kadar da güzel bir şey değil.

Bak şimdi neredesin? Tanımadığın, seni tanıdığını söyleyen biriyle yanyanasın. Ve çok acıdır ki o 'biri' seni hiç affetmiyor. İçindeki yaşama aşkını bir gün kaybettiğin için hiç affetmiyor. Affedemiyor. Çünkü sen neşeli ve küçüktün, sen mutlu ve mahallenin sevgilisiydin. Beş altı yaşındayken yoldan geçen arabaları durdurup: "Annem öldü. Para verir misiniz çikolata alayım?" dediğinde insanların gülümsediğini anlatacaklar sana yıllar sonra. Eve gittiğinde elindeki çikolataları gören annene de bakıp çocukça bir masumiyetle gülümseyeceksin. Ama sonra...

Sonrası çok karışık biliyor musun... O kadar karışık ki çok uzak gelecek sana. Şimdi okula giderken at almayı, okula beyaz atının üstünde gitmeyi hayal ediyorsun ya; o hayaller üniversiteye gittiğinde araba olarak değişmeyecek. Evet şaşırdın, değişmeyecek. Çünkü sen hep o eski halini yaşatmak için o atı düşleyeceksin. Artık sadece bir sembol olan o atı. Merak etme siyasete bulaşmadın hiç; kendine yardım edecek halin yokken insanları refaha erdirmeyi nasıl umabilrdin ki? Ama bazen küfrettin. Hem de çok küfrettin. Bak ne diyeceğim sana, çocukluktan beri değişmeyen tek özelliğin o oldu. Hâlâ çok güzel küfrediyorsun. Bu konuda dağarcığın çok geniş. Mahallede hop hop zıplayan o tatlı çocuğa nasıl abilerin küfür öğretiyorsa şimdi de sen onlara öğretiyorsun. Bak bu konuda için rahat olsun; küfrün ne kadar gerekli bir şey olduğunu asla inkar etmeyeceksin. Ne küçük umutlara bel bağlamışsın değil mi...

Şimdi sen büyüyeceksin ve dünya kirlenecek. Sen gülümseyişini kaybedip hüzne vuracaksın kendini. Yalnızlıktan aldığın zevkin her geçen gün artmasını sadece garip bir soğukluğa gark edeceksin. Kimsenin okumayacağı yazılar yazacaksın. O yüzden şimdi seninle konuşuyorum, o yüzden son bir umutla sana soruyorum: "masumiyetini koruyabilir misin?"

Seni büyüyünce acı bir psikolojiye ve hüzne boğacağım için üzgünüm...

Sait -

Not: Bunu daha önce bir iki kişiye yolladım, ama burada da bulunsun dedim:

Bugün, olan bitenden yakınıp, biraz ders çalıştıktan sonra hava almaya, Beşiktaş sahile gittim. Elimde not defterim, bir şeyler yazarken - her şeyden yakınırken, aslında - yanıma bir çocuk geldi:

-Mendil ister misin abla ?
-Sağol, var.
-Hadi abla bir tane al !
-Bak, şöyle yapalım, ben sana bir lira vereyim, ama mendil almayayım.
-O zaman dilenci olurum ama. Olmaz, alamam.

Çaresiz, mendili aldım. Biraz yürüyüp bir başka tarafa oturdum. Başım önüme eğikti, bir şeyler yazıyordum.

"Abla, bir mendil al - aa, size sormuştum !" dedi aynı çocuk, ve bir başkasının yanına gitti. Biraz sonra seslendim:

"Hey ! İki dakikan var mı ?"

Yanıma geldi.

-Otursana.

Oturdu.

-Adın ne ?
-Sait.
-Sait.. Kaç yaşındasın ?
-On.
-Okula gidiyor musun ?
-Evet.
-Nerde okulun ?

Şimdi aklıma gelmeyen, daha önce hiç duymadığım bir yer adı söyledi.

-Nerede orası ?
-Dudullu'da. Anadolu'da.
-Karşıda oturuyorsun yani.
-Evet.
-Ben de buraya okumaya geldim.
-Tek başına mı ?
-Evet.
-Sen Türk müsün abla ?
-Evet.
-Nerelisin ?

Düşündüm.

-Karadeniz. Sen ne yapıyorsun burada ?
-Çalışıyorum abla, açız evde.

Bir şey söyleyemedim.

-Annemle kardeşime bakıyorum.
-Baban ?
-Babam öldü.
-Başın sağolsun.
-Ağabeyim askerde.
-Nerede?
-Şırnak'ta.
-Olsun, yalnız değilsiniz bak. Yakında gelir hem.
-Ooo daha on üç ayı var onun daha, bakmam gerek evdekilere.
-Ablan kaç yaşında ?
-On beş. O da sakat, yürüyemiyor. Okuma yazma biliyor. Az ilerde bir özürlüler okulu var, orada okuyor.
-Hayat zor, değil mi Sait?

Cevap vermedi.

-Ama umut var. Her şey düzelecek.
-Zabıta, polis var mı ?
-Görmedim.
-Durdurup paramı alıyorlar.
-Neden ki?
-Yasak mendil satmamız.
-Anladım.
-Otuz liram vardı bir kere, on beşini aldı.

Cevap vermedim. Üzerinde bir polar svet vardı yalnızca.

-Üşüyor musun ?

Omuz silkti.

-Sen yalnız mısın abla ?
-Evet, ne oldu ?
-Sen çok durma burada, şimdi okul çıkışı, birazdan pis çocuklar, adamlar gelir buraya.
-Tamam giderim. Baksana, ben sana biraz harçlık versem ?
-Al abla bir mendil daha, ama para istemem, verdin zaten.
-Mendil istemiyorum. Biraz harçlık vermek istiyorum. Kabul eder misin ?
-Yok abla.
-Bak, benim de çok yok, paylaşalım.
-Yazık abla, çarçur etme paranı.
-Çarçur etmiyorum ki, seninle paylaşıyorum.
-Yok abla, çok fazla.
-Hadi Sait, lütfen.
-Yok abla, istemem.
-Kırılırım ama. Al bunu, kendine bir şey al. Çikolata al.
-Alamam abla.
-Koy cebine, hadi.
-Peki.
-Böyle geçmez hayat, kendin için bir şeyler yap, tamam mı ?
-Abla sen karanlığa kalma. Eve git.
-Tamam.
-Ben şimdi kardeşimi almaya gideyim. Eve götüreceğim onu.
-Tamam, dikkat et kendine.

"Her şey yoluna girecek" dediğimde yüzünun aldığı şekli unutmayacağım bir çocuktu işte. Anne çalışmıyor, ağabey askerde, baba yok, sigorta yok, devlet para vermez, ama çalışmasını da yasaklar, zabıtalar çocuğun eline geçen paraya el koyar.. Dilendirilmediği belli ama, yüzünden, benimle konuşurkenki kendinden emin ifadesinden, sorularıma duraksamadan yanıt vermesinden.. Sanırsın otuz yaşında. Bir de "Eve geç kalma" diyor bana. Pek fazla inanmıyor hayatının düzeleceğine. Anlıyorsunuz.

Ben şimdi niye böyle hissettim, bilmiyorum. Gerçekten. Hep kızarım bu tarz şeylere ağlayan insanlara, haber bültenlerinin "acınası hal" görüntülerine, özellikle kış aylarında artan "Onun evi yok, onun montu yok" haberlerine. Bu çocuk gözlerimin dolmasına neden oldu ama. Akıllı çünkü, anlaşılıyor gözlerinden. Ama büyük ihtimalle okulu bir yerden sonra bırakmak zorunda kalacak, çalışmak zorunda kalacak, günü kurtarmaya bakacak. Okuyamayacak. Fırsat eşitsizliği bu işte..

...siz değerli -olmayan- okuyucular...

Bakın açık olalım sizinle. Olacaksa bir beraberliğimiz bu karşılıklı aşkla ve sevgiyle yoğrulmuş olmasın. Gerek yok buna. Sadece anlayalım birbirimizi yeter okuyucular.
Şimdi Neyse ve her neryse yazıalrında kullanırlar bu tabiri. "siz değerli -olmayan- okuyucular" derler. Bakın bunun amacı sizin değerli olmadığınızı falan yansıtmaki bıyık altından gülüp çok zekiyim imajı vermek değildir. Bunu kullanırız; çünkü sizin de bildiğiniz üzere (hayır şu an bilmiyorsunuz) yazılanları kimse okumuyor şu an. O gün geldiğinde de sakın alınmayın dostlarım. Evet sizin için yazmıyor Neyse ve her neryse; ancak bu size değer vermediğimizi göstermez. Aksine, çok veriyoruz. İşbu sebeptendir ki kendimiz için yazıyor ve bunu aslında size bir lüks değil de ihtiyaçmış gibi sunuyoruz.
O yüzden siz değerli okuyucular, "-olmayan-" gördüğünüzde alınmayın. Ben de böyle şeyler yazmaya devam edebileyim ki, önemseniyormuş izlenimi vereyim kendime. Bu kadarcık izin verin, henüz olmasanız bile baskınızı üzerimde hissediyorum...

Blogumuza İsim Seçmece

Henüz yürürlüğe soktuğum ve her neyse'nin de katılacağına inandığım anketimsi. Fikirler ve düşüncelerin ortaya atılacağı, kıran kırana geçecek ve yalnızca ikimizn olacağı dikir paylaşım olayı olacak bu. Yani bir isim bulacağız, pir bulacağız -olmayan- okuyucular.

not: Tabi önce aynı başlığa yazmayı öğrenmek gerek.

************************

sanrım bu şekilde yaparsak aynı yere yazabiliyoruz her neyse. Kabul son derece itici; ama şimdilik elden bu gelir ancak. Ya da aynı başlığı açpıp yazmayı denesin her neyse eğer isterse...

Blogumuzu Öğreniyorum Olay 2

Sevgili - olmayan - okuyucularımız, bu etiket meselesi var, bilmem fark ettiniz mi ? Onları, yazılarınızın içeriğiyle ilgili küçük ipuçları vermek için kullanıyorsunuz, yazdıklarınızın belli bir konuda olanlarıyla ilgilenen bir insan, hemen sol frame'deki etiketler kısmından işine yarayacak olana basıp, gelen yazıları okuyabiliyor. Bir nevi filtreleme olayı. İyi okumalar.

Belirtmem lazım, yarın bir gün çok ünlü bir yazar olup dünyayı sarstığımda, kitaplarımı Comic Sans yazı tipi ile, on altı puntoda ve pembe kağıt üzerine turuncu renk ile bastıracağım. Buna rağmen okunuyor olmam, yazarlığımın ne derece muhteşem olduğunun kanıtı olacak.
--
buradan sonrasını Neyse yazdı.
Neyse son derece gıcık etti bu hareketiyle her neyse'yi.
Neyse çok mutlu.
--

Blogumuzu Öğreniyorum Olay 1

Şimdi burada siz değerli -olmayan- okuyucularımızı ikinci plana atıp direkt her neyse hanımefendi ile muhatab olmak durmundayım. "Bak ne yaptım? Artık yorumlar pop-up penceresi şeklinde, yalnızca oraya tıkladığında okunuyor. Daha iyi değil mi?"

Siz değerli okuyuculara devam edebilrim artık;

Blogumuzu öğrenirken her türlü estetilk görüntü olayını her neyse'ye bırakmış durumdayım. Yani eğer yazı renkleri pembe, başlıklar da turuncu olursa bilin ki sebebi her neyse'dir. O yüzden ben kendimi bu estetik gayeden geri planda tutuyorum. ben fotoğrafım ve yazdıklarımla yeterince estetiğim zaten. (Bak Neyse'cim, bu şekilde kimse seni okumaz. -Biliyorum) İşte bu nedendir ki her neyse bu blogu istediği gibi çekip çevirebilir. Benim yaptğım değişiklikleri beğenmediğinde açıklama yapmadan kendi tercihine döndürebilir.

Ancak bunlar şimdiki egomla söylediklerim, gün gelir burada şov yapar hale gelirsem işler değişebilir.

Umursamak, Umursanmamak

Beni içinde bulunduğum andan koparan iki şey var: Biri kitap okumak, diğeri de yazmak. İlkini koca koca Wiley kitaplarını okumak zorunda kalmadan önce (ders kitabı) şiir hariç her tür için sık sık gerçekleştirmeme rağmen, son zamanlarda beni alıp götürebilen tek şeyin kendimi ifade edebilme çabası olduğunu fark ediyorum. Bu ne kadar doğrudur bilemem tabi, tamamen hayal ürünü - klişeleşelim,  1 ve 0'lardan oluşan - bir dünyaya kendinizden bir şeyler katıyorsun. Düşününce bunu, hayli ürküyorum.

Birilerinin dünyasını dışarıdan izlemek ne kadar güzelse, izlenmediğini bildiğin bir dünyada yaşadığını bilmek de o kadar güzel. Çift taraflı bir sorun aslına bakarsan, kendi halinde kalmayı seçtiğin anlar ne kadar sık değişiyorsa, birileri tarafından umursanma isteğin de o kadar sık değişiyor. Diyeceğim o ki, birbirine bağlı fonksiyonlar bunlar. Haydi hepimiz hepimizi umursayalım. Ya da umursamayalım.

Aah, lise günlerinden bir şey hatırladım:

Neyse, her neyse, ikiniz de kendi kağıtlarınıza dönüyorsunuz, bir daha olursa ikinizinkini de alırım !

Mesajlaşmak

Gençlerin ve bu yeni popüler alt kültürün geri zekalı mesajlaşma furyasından bahsetmiyorum ben. Benim şu anki yazma amacım blog içi mesajlaşmak. Yani bu blog olayını anlamadığımı kabul etmiştim zaten; ancak sözlük kültüründen gelen biri olarak ne diye bu blog içinde yazarlar arasında mesajlaşma imkanı olmadığını merak etmekteyim.

Bu cümleleri yazdıktan sonra merakım geçti. Çünkü inanıyorum ki bu sayede ben onun ve o da benim yazılarımızın altına yorum yapacağız veya onları tamamlar nitelikte yazacağız. Evet, herhalde böyle bir şeydir.

Aziz Nesin'den geliyor: "Seni seviyorum tülsü!"

her neyse

Başlık niye küçük harflerle yazılmış demeyin. Kendisi bu şekilde imza atıyor bloga.

Evet okyucularım, bilhassa henüz burayı okumayan güzel bayan: Artık yalnız değilim! Sanki bu sıkılgan ve depresif bünyeme bir yardım eli gelmişcesine şu hayattaki en yakın arkadaşlarımdan biri (belki de en yakını) benimle burada yazma teklifimi hevesle kabul etti.

Artık beni (Neyse) ve onu (her neyse) birlikte okuyacaksınız. Bakın şimdi değil; ama ilerde bu blog patlama yapıp hit rekortmeni olursa kazanacaksınız asıl. Çünkü bizim amacımız reklam değil; hatta tanınmak da değil. (Onun öyle olabilir, emin değilim) Biz kendimiz için yazıyoruz, daha önceden dediğim gibi; ben bencilce, kendim için. O da istediği için. sanat sanat için varsa biz de burada kimsenin okumadığı şeyleri yazmak için varız. Bir müddet eğlenmeye bakacağız.

Whatever

Telefonu az önce kapadım. Zannediyorum bir şeyler yazmak istiyorum. Az önceki "deneme" yazımın burada blog işleri ile ilgili az miktarda bilgimin yüzüme vurucusu olarak kalmasını istediğimi söylemeden geçemeyeceğim bu arada.

Bir sözlükte okur olalı yıllar, yazmaya başlayalı ise henüz iki ay oldu. "her neyse" nin hikayesi, "Neyse"nin beni bir sözlüğe çağırmasından başlar tabi. Aramızda dönen şakasını söylemeyeceğim ama hedefimiz çok ünlü olmaktı, çok. Sevgili Neyse, parçası olduğumuz sözlükte bunu hayli başarmış olsa da, bendeki "her şeyden çabucak sıkılma eğilimi" bu noktada devreye girdi. Çok şey bilip çok entry yazamamak kötü bir şey, ama çok şey bilip yazmaya üşenmek daha kötü, bu kadarını söyleyeyim. Gerçi bunun senelerdir bilgisayar kullanmama rağmen hala on parmak metoduna geçemeyişimle de bir ilgisi olabilir, bilemiyorum.

Demek istediğim, arada bir, okunup okunmayacağını bilemediğim bu güzel blogda yazacağım, ve bunu da - sözsüz anlaşmalarımız gibi - kafama estiği anda, canım istediğinde yapacağım. 

Görüşmek üzere.

deneme

harfler, tam burada.

Fotoğraf

Az önce fotoğrafımı (resim diyeni döverim) koydum bloguma. Nedense insanlar pek bir seviyorlar o fotoğrafımı. Bense hiç sevmiyorum. Son derece snob ve lakayt çıkmışım. Kuyucaklı Yusuf'taki Şakir gibi hissediyorum kendimi. Ama ne yaparsınız, çok fotoğraf çektiren biri değilim; ayrıca kimsenin okumayacağı bir yerde çıplak fotoğrafımı koysam bile bir şey fark etmez. (Laf aramızda eğer çıplak fotoğrafımı koyarsam hit rekortmeni olur blogum.)
Öyle işte sevgili -olmayan- okur. Benim blog maceram da böyle ilerliyor. Yakında şu yazıların düzenlemesini falan yapacağım. Az önce renklerle uğraştım da ne kadar klasik bir adam olduğumu bir kez daha fark ettim: başlık siyah, metin siyah. Eh bu asilikten veya ergenlik döneminde olduğumdan değil; sadece daha güzel. Bazı şeyler sade olmalıdır. Sadelik iyidir. Ha bak eğer kız olsaydım çok farklı olurdum büyük ihtimalle. İçimde hafif meşrep bir hava var gibi sanki. (okuyucm yok ya yazıyorum tabi böyle rahat rahat) Hayır cidden, kız olsam nasıl olurdu bilemiyorum. Zaten bilmek de istemiyorum. Ulan bak Freud olsa kim bilir neler demişti bu yazdıklarımla ilgili. Severim Freud'u, fikirleri, yaratıcılığı son derece iyidir; ama sanki biraz paranoya var gibi.

Neyse işte öyle. Hazır aklıma gelmişken, ilk boş anımda 'Neyse' hakkında yazayım...

13 Mart 2009

Blogum

Bozdum güzelim blogu. Daha ilk gününden bozdum. Küçükken elektronik eşyaları bozardım, büyüyünce yine elektronik eşyaları bozuyorum. Ama bir farkla, artık bozamayacağım şeyleri de bozuyorum. (yanlış anlamayın sakın)

Evet bozdum, yukarıdaki "bu blogu işaretle" gibi bir ibare içeren bir şey var ya; hani blogun yetişkinler için ya da o tarz bir şey olduğunu belirten şey; hah işte onu bozdum. Bİr kere tıkladım ve artık gitmiyor. Gönderiyorum, sayfayı refresh yapınca da (niye "yenileyince" demedim? Sadece blogu değil kafamı da bozdum. Üstelemeyin çok!) geri geliyor. Bozuldu işte. N'apalım artık, madem öyle bir içerik olduğu varsayılmış ben de öyle devam ederim yazmaya. (buraya küfür eklememi ister misiniz?)

Damien Rice

Varsa eğer benim takdirimi kazanan, her şarkısını dinleme istteği uyandıran, her şarkısını dinleyip çok azını beğenmediğim bir sanatçı o da Damien Rice'dır. sesi de, şarkı sözleri de özeldir bu abinin. Dinledikçe garip bir hüzne sokar kişiyi, üzer, isyan ettirir. Son yılların en sağlam müzisyenlerinden biridir.
(ya cidden ben bu blog olayını ters anladım herhalde. Bildiğin sözlük gibi takılıyorum. Neyse, zamanla bir kıvama oturturum herhalde. Zaten bir ben varım okuyan.)
kendimi göt ediyorum: bir ben yokum okuyan. Ben bile ikinci kez okumuyorum yazdığımı. Ağlamıyorum şu an, gözüme bir şey kaçtı...

Sınırları Kaybetmek

Sınırları derken hani, ülke sınırları vs değil dediğim şey. Kişilik sınırlarından bahsediyorum. Öyleyse niye başlığı o şekilde yazmadım? Bekli beni zamanla tanıyabilecek bir -olmayan- okur çıkar ve cevaplar bunu. Bulana ya da getirene yüz bin lira veriyorum! uf neyse, çok sapmayayım konudan.

Sınırlar demiştim. Mesela ben şu an bu bloga fotoğraf veya resim veya video koymaya kesinlikle karşıyım. Peki ne olacak? Bir süre sonra dediklerimin hepsini koyacağım. Niye? Çünkü öyle olması gerekiyor. Modern zamanda içinde bulunduğumuz an'da kimse tek başına ayakta kalamaz. Kalabilir; eğer yalnız olmayı seçerse. Ancak insanların okuması, izlemesi, sevmesi, nefret etmesi, dikkatini çekmesi gibi şeyler istiyorsa, onlar için çabalıyorsa bu modernizm kisvesi altındaki haltları gerçekleştirmek zorundadır. Burada ben Neyse olarak kendime, bir kaç gerçeği yüzüme vurduğum için sövmek istiyorum. Aferin.

Azmin Zaferi

Şimdi düşündüm de ben bu blog olayından çakmıyorum. Cidden bak, çakmıyorum. Yani sanırım insanlar daha uzun ve daha nadiren yazıyorlar. Ben garip bir farkındalıkla bazı şeyleri çok çabuk geçtiğime inanıyorum. Mesela birazdan bu "azmin zaferi" adındaki aslında sayfalarca yazabileceğim bu yazıyı bitireceğim. Ama zaferimi açıklamadan olmaz: Blog adresimi öğrendim!
http://layetenahi.blogspot.com/
yani sanırım böyle.

edit: yanlış öğrenmişim. Doğru olacak şekilde düzelttim. Ne diyim, ben iflah olmayacağım herhalde.

Blogum

Evet doğru, adresini bilmediğim bir şeye shaip oldum. Günlük tutup, tuttuğum deftrei bilmemeye benziyor bu. Ben de linki kopyalayıp bir word dosyasına yapıştırdım. onu search'e yapıştırıyorum her girmek istediğimde.

Bir de blogun yazdıklarımın saatini göstermeisnde bir sorun var. On (10) saat geriden geliyor. Bİr yolunu bulup çözeceğim sanırım. Evet.

Kendime Gülüyorum

Az önce bir şeyi fark ettim; hani teknoloji özürlü biri olarak değil de bu konuya yabancı biri olarka düşünün: Ben bloguumun adresini bilmiyorum. Evet aynen öyle. Daha önce bir kaç kere alakasız bir kaç blog okuduğmdan olsa gerek çoğu şey hakkında en ufak bir fikrim yok. Ben blog değil, sözlük yazarıyım. Onların kültürüne alışığım daha çok ve oraya yazamadıklarımı buraya yazacağım. amiyane bir tabirle 'kusacağım'.

Şimdi düşündüm de burayı takip etmeniz için hiçbir sebep yok. Ama ben tabiki yersiz bir havayla size "Gidin okumayın burayı!" demeyeceğim. Henüz demeyecğeim en azından. Peki sen değerli ookuyucu, sen niye takip edeceksin bu blogu? Bilmiyorum, inan bana bilmiyorum. Ama iszle yine de, belki arada güleriz beraber. Belki bazı ayrıntılara şahit oluruz. Hiçbir şey olmasa bile hayata savaş açmış ve yenilmiş birinn birinci elden psikolojisini inceleme fırsatın olacaktır. Yani yanlış anlama ama, çevremde bu anlara şahit olmak isteyecek kişi sayısı çok fazla. Kapalı kutuyum ben onlara göre, ki haklılar da. Baksana hayatımda kimseye (bir kişi hariç) yazmadığım şeyleri yazıyorum buraya. Birinci elden okuyabilirsin. Yorum yapma hakkın da var sanırım, emin değilim. Yani birkaç şeye 'tik' koydum blogu oluştururken; ama emin değilim. Neyse; ben kendime gülüyorum acıyla. Sen de belki keyif alırsın bundan.

Layetenahi

Çoğunuz ilk defa duyuyorsunuz büyük ihtimalle: "layetenahi"
Bunun için çıkıp ukalalık yapacak halim yok. Henüz kimsenin okumadığı bir şeyde kendime laf sokmak dışında yapacak şeylerim de olmasını dilerdim. Eh konudan çok sapıyorum sanırım, zaten genel bir sorunum bu, çok fazla takılı kalmak istemiyorum bir şeye. Kendime ait olan o varoluşsal duyguyu kaybetmek istemiyorum belki de. Layetenahi "sonsuzluk, sonu olmayan" demek. Çok ama çok az kullanılır ve bir kadına hitap şeklimdi bir zamanlar. Hala olsa da o, artık kullanmıyorum, kullanamıyorum bunu. Sonsuzluk kavramım çok değişti.

Eh siz okuyucularıma da sonsuzluk üzerine vaaz verme niyetim yok. Yaşadıkça öğrenilen şeylerden bu da -ve ben ne yazık ki genç yaşta öğrendim. Neyse, daha fazla deşmeyeyim acılarımı. Çünkü az önce fark ettiğim üzere bu blog benim için bir mabet olacak. Yazıp kusacağım her şeyi. Kimseye, en yakınıma bile söylemeyeceğim. Gün gelir belki biri anlayabilir... Eh inkar etme şansım her zaman olacak.
bakın, layetenahi başlığı adı altında ilk yazımı tamamlamış ve genel bir giriş yapmış oldum. şu an sözlükte olsam bkz deyip "muhasebeye giriş" yazardım.