28 Nisan 2011
Layetenahi
Veda
İyi zaman geçirdik, ancak klişe tabirle 'bize ayrılan sürenin sonuna geldik'
yalnız bu klişenin sonunda 'yarın yine görüşmek üzere' yok. Kendinize iyi bakın.
26 Nisan 2011
Bunu sana yazdım
24 Nisan 2011
Eheh, Hiç güleceğim yoktu
22 Nisan 2011
21 Nisan 2011
Ebeveynleri kaybetme korkusu
Orada en büyük korkusuyla yüzleştir. Ama asla korkusuyla baş başa bırakma. mesela işkenceden korkuyorsa ona asla işkence yapma. Sadece biraz sonra işkence yapılmaya başlanacağına inandır.
İşkenceden daha kötü olur.
İngiltere'de başı kesilerek idam edilen birinin başını alıp halka gösterirlermiş orta çağ'da -ve belki biraz daha sonrasında. bunun sebebi idamı izleyenlerin ölünün kafasını görmeleri değil; ölünün halkı görmesiymiş. Çünkü kafa kesildikten beş - altı saniye sonrasına kadar kan dolaşımı olduğundan bilinç açık kalıyor. Yani kafanın kesildiğini biliyorsun, saçlarından kavramış biri seni yukarı kaldırmış ve halkı gösteriyor. O anı yaşıyorsun.
Ölümün kendisinden daha kötü.
Anne - babayı, abi - kardeş, abla nine amca oğlu vs... tüm bunları kaybetme korkusu onları kaybetmekten daha kötü. Öldükleri zaman, beyin savunma mekanizmasını çalıştırıyor. Uyuşuyorsun, düşünemiyorsun, günler çok hızlı akıp geçiyor. İki ay içinde normal düzenine kavuşuyorsun.
Beklemek, ölüm haberlerini almaktan daha kötü.
Aptallık yapıyorsunuz, kendinizi ölümün en korkunç şey olduğuna inandırıyorsunuz. Yanılıyorsunuz.
Ölümü yaşamak daha kötü.
...Sonra zaten beyin var. Her şeyin üstünde bir güç. akıl senin değil mi? Herkes bir gün ölmeyecek mi? Bunu unutma. herkes bir gün ölecek. Şimdiden bunu düşünmek bir boka yaramayacak. Evet annen de baban da normal şartlarda senden önce ölecek. Mezarlarına gidip geleceksin. inançlıysan dua edeceksin, değilsen bakarsın boş boş. Ama bunu yaşayacaksın. Niye korkuyorsun ki? Niye korkulur ki?
20 Nisan 2011
Doğum günü kutlamaları
16 Nisan 2011
14 Nisan 2011
11 Nisan 2011
Emanet Yaşanmışlıklar 2
08 Nisan 2011
Emanet Yaşanmışlıklar
07 Nisan 2011
boşvermek
boşverdim. gitti, bitti. bir daha asla, ama asla, gündelik sohbetlerin dışında herhangi bir insanla -kim olursa olsun, hiç fark etmez- ne düşündüğüm, ne hayal kurduğum, ne istediğim, neye inanıp neye inanmadığım konusunda tek bir şey bile konuşmak istemiyorum. 'ben özelim' sanrısı bitsin. herkes kendini özel zannediyor. 'ben herkes miyim?' evet, daha önce değildiysen bile, artık öylesin. hiçbir anlamı yok, insanlar için harcanan çabaların. boş. vakit tüketici, yorucu.
'zaten hepimiz aynı boktan amaç için yaşıyoruz. ölmek.'
güzel söz idi, uzun zamandır kullanabileceğim bir yer arıyordum. işte burası tam oldu.
05 Nisan 2011
04 Nisan 2011
The Egg
Author’s Note: I wrote this some time ago and posted it here. Later on, someone posted the entirety of the text to 4chan without my name, and thenreddit posted an image of that page. Somewhere along the way the authorship got lost in the shuffle. So to be clear: Yes, I wrote this. No, it’s not a repost from somewhere else. This page is the original source.
The Egg
By: Andy Weir
You were on your way home when you died.
It was a car accident. Nothing particularly remarkable, but fatal nonetheless. You left behind a wife and two children. It was a painless death. The EMTs tried their best to save you, but to no avail. Your body was so utterly shattered you were better off, trust me.
And that’s when you met me.
“What… what happened?” You asked. “Where am I?”
“You died,” I said, matter-of-factly. No point in mincing words.
“There was a… a truck and it was skidding…”
“Yup,” I said.
“I… I died?”
“Yup. But don’t feel bad about it. Everyone dies,” I said.
You looked around. There was nothingness. Just you and me. “What is this place?” You asked. “Is this the afterlife?”
“More or less,” I said.
“Are you god?” You asked.
“Yup,” I replied. “I’m God.”
“My kids… my wife,” you said.
“What about them?”
“Will they be all right?”
“That’s what I like to see,” I said. “You just died and your main concern is for your family. That’s good stuff right there.”
You looked at me with fascination. To you, I didn’t look like God. I just looked like some man. Or possibly a woman. Some vague authority figure, maybe. More of a grammar school teacher than the almighty.
“Don’t worry,” I said. “They’ll be fine. Your kids will remember you as perfect in every way. They didn’t have time to grow contempt for you. Your wife will cry on the outside, but will be secretly relieved. To be fair, your marriage was falling apart. If it’s any consolation, she’ll feel very guilty for feeling relieved.”
“Oh,” you said. “So what happens now? Do I go to heaven or hell or something?”
“Neither,” I said. “You’ll be reincarnated.”
“Ah,” you said. “So the Hindus were right,”
“All religions are right in their own way,” I said. “Walk with me.”
You followed along as we strode through the void. “Where are we going?”
“Nowhere in particular,” I said. “It’s just nice to walk while we talk.”
“So what’s the point, then?” You asked. “When I get reborn, I’ll just be a blank slate, right? A baby. So all my experiences and everything I did in this life won’t matter.”
“Not so!” I said. “You have within you all the knowledge and experiences of all your past lives. You just don’t remember them right now.”
I stopped walking and took you by the shoulders. “Your soul is more magnificent, beautiful, and gigantic than you can possibly imagine. A human mind can only contain a tiny fraction of what you are. It’s like sticking your finger in a glass of water to see if it’s hot or cold. You put a tiny part of yourself into the vessel, and when you bring it back out, you’ve gained all the experiences it had.
“You’ve been in a human for the last 48 years, so you haven’t stretched out yet and felt the rest of your immense consciousness. If we hung out here for long enough, you’d start remembering everything. But there’s no point to doing that between each life.”
“How many times have I been reincarnated, then?”
“Oh lots. Lots and lots. An in to lots of different lives.” I said. “This time around, you’ll be a Chinese peasant girl in 540 AD.”
“Wait, what?” You stammered. “You’re sending me back in time?”
“Well, I guess technically. Time, as you know it, only exists in your universe. Things are different where I come from.”
“Where you come from?” You said.
“Oh sure,” I explained “I come from somewhere. Somewhere else. And there are others like me. I know you’ll want to know what it’s like there, but honestly you wouldn’t understand.”
“Oh,” you said, a little let down. “But wait. If I get reincarnated to other places in time, I could have interacted with myself at some point.”
“Sure. Happens all the time. And with both lives only aware of their own lifespan you don’t even know it’s happening.”
“So what’s the point of it all?”
“Seriously?” I asked. “Seriously? You’re asking me for the meaning of life? Isn’t that a little stereotypical?”
“Well it’s a reasonable question,” you persisted.
I looked you in the eye. “The meaning of life, the reason I made this whole universe, is for you to mature.”
“You mean mankind? You want us to mature?”
“No, just you. I made this whole universe for you. With each new life you grow and mature and become a larger and greater intellect.”
“Just me? What about everyone else?”
“There is no one else,” I said. “In this universe, there’s just you and me.”
You stared blankly at me. “But all the people on earth…”
“All you. Different incarnations of you.”
“Wait. I’m everyone!?”
“Now you’re getting it,” I said, with a congratulatory slap on the back.
“I’m every human being who ever lived?”
“Or who will ever live, yes.”
“I’m Abraham Lincoln?”
“And you’re John Wilkes Booth, too,” I added.
“I’m Hitler?” You said, appalled.
“And you’re the millions he killed.”
“I’m Jesus?”
“And you’re everyone who followed him.”
You fell silent.
“Every time you victimized someone,” I said, “you were victimizing yourself. Every act of kindness you’ve done, you’ve done to yourself. Every happy and sad moment ever experienced by any human was, or will be, experienced by you.”
You thought for a long time.
“Why?” You asked me. “Why do all this?”
“Because someday, you will become like me. Because that’s what you are. You’re one of my kind. You’re my child.”
“Whoa,” you said, incredulous. “You mean I’m a god?”
“No. Not yet. You’re a fetus. You’re still growing. Once you’ve lived every human life throughout all time, you will have grown enough to be born.”
“So the whole universe,” you said, “it’s just…”
“An egg.” I answered. “Now it’s time for you to move on to your next life.”
And I sent you on your way.
02 Nisan 2011
Sosyal medyayla gelişen ikiyüzlülük
31 Mart 2011
Uykusuzluk
01 Mart 2011
Yeni bir oyuncak almış çocuk neşesi
28 Şubat 2011
Bereler üzerine kısa bir not
25 Şubat 2011
Bir genç adam varmış
(http://ufizy.com/#EJ3xGabwgV8/r/!/)
Bu var olan adam bazı şeylerin hep eksik, hep bir yerlerde bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmiş. Bunu fark etmesi uzun yıllar alsa da zihninde tam olarak her şeyi kurgulaması yaklaşık olarak 17 yaşına denk gelmiş. Yazıyla yazamayacak kadar gerçekmiş o yaş onun için. 17.
Önceleri kendisiyle savaşmış, mutlu olmasını engelleyen hiçbir şey yokmuş. Ama sonra ikinci kez düşünmüş her şeyi; mesela bir yaz tatilinde 43 gün boyunca evden çıkmadığını hatırlamış. Ne çöp atmaya, ne arkadaşlarıyla buluşmaya, ne gezmeye... Bu adam, bu aptal adam, hayatının tüm seyrini değiştirecek o kırk üç gün boyunca sadece okumuş. Aslında 'sadece' okumamış, ne yazık ki okuduğundan daha çok düşünmüş. O zamanlar ona kimse çok düşünen birinin mutlu olamayacağını söylememiş. Bu genç adam... boka batmış.
Bir gece odasının kapısı açılmış, içeri -farz edelim ki- adları Sait ve Emre olan iki kişi girmiş. Bu takma isimli kişilerden Sait olan kızmış bu adama. Neredeymiş bu herif, herkes dışarıda gezip eğlenirken, sahilde kesişirken bu herif niye her şeyi bırakıp odasında inzivaya çekilmiş? Adam cevap vermiş, "Olmuyor, bazı şeyler yanlış" demiş. Tıpkı ondan sonraki beş yıl boyunca olacağı gibi o gün de kimse dinlememiş bu genç adamı. "Sen ne yapıyorsan kendine yapıyorsun" demişler. Ne yazık ki haklılarmış da.
O adamlardan adının Emre olduğunu farz ettiğimiz kişi bu hayatta o genç adamın en yakın erkek dostuymuş. En yakın dostu dermiş o zamanlar; ama yalnızca okullar açıldığında hayatındaki en yakın arkadaşı olacak kızı bilmiyormuş. Bilse, tıpkı şimdi dediği gibi, en yakın iki arkadaşından biri derdi Emre için. Her neyse, o çocuk bunu ikna etmiş dışarı çıkması için. Çocuk alelacele bir şeyler giymiş ve dış dünyaya çıkmış. Aşağıda onu yaklaşık beş kişi daha bekliyormuş. Yaz boyu aramaktan usanmış; ama gençten umudunu kesmemiş beş kişi daha. Zaten toplamda yedi kişilermiş, beş yıl sonra geriye sadece birinin kalacağı yedi kişi.
O gece sahilde oturdukları yerde yarım saat önce kocaman bir fare olduğunu duymuş genç adam; o kadar hızlı koşmuş ki kendine geldiğinde sahilden çok uzaktaymış. Arkadaşları arkadan kahkahalar eşliğinde geliyormuş. Adam o kahkahalarda can bulmuş, neşeli bir şekilde tüm o kırk günlük acıyı gömmüş içine. Şanslıysa bir daha çıkmayacak şekilde. (Ama çıkmış.)
Bu adamın okulu başlamış, lise sondaymış. Yaklaşık dört ayda bu adam neredeyse hiçbir şey yemeyerek çok kilo vermiş. Ama yakışmış adama, gayet gideri olan bir herif olarak çıkmış piyasaya.
Gideri olmasının kendi dışında kimseye zararı olmamış... 'Kendi', her şey orada bitermiş bu genç için. Kendi olmalıymış.
İçine gömdüğü her şey yavaşça o sınıfta yüzeye vurmaya başlamış. Gün be gün, ay be ay çökmüş bu genç. Çevresindeki herkes endişelenmeye başlamış, herkesi korkutmaya başlamış. Herkesi, kendi hariç...
Bir gece bir arkadaşını aramış. Hani adına güya Emre dediğimiz, işte onu. Bu adam gelmiş ve konuşmuşlar sabaha kadar. Zaten sonrasında günlerce her şey flulaşmış bu adam için...
Bu adam, bir kızla tanışmış sınıfta. Aslında üç sene önce ilk defa tanışmışlar; ama o yıla dek hep klasik bir arkadaşlıkları olmuş. Aynı sınıfı paylaşan iki insan kadar. Ama o yıl çocuk bu kızda bir şeyler görmüş, kimsede bulamadığı şeyi bulmuş: Kendini.
Bu kız bu çocuğun aynısıymış. Eh, aynısı demesek bile çok benzeri. Aynı şeyleri severler, aynı şeyleri düşünürlermiş genellikle. İşin çocuk açısından en önemli yanı da şuymuş: Bu kız o çocuğa dair her şeyi anlayabiliyormuş. Bir gün bu kız bir teneffüste yanına gelmiş ve şöyle demiş çocuğa: "İçinde gizlediğin o gerçek seni ne zaman göstereceksin?" Çocuğun o kıza dair dönüm noktasıymış o cümle. Korkmuş kızdan, kızmış ona, hayran olmuş ona. Dışında bir şey değişmemiş ama, aynı sakinlikle "Şanslıysam asla" demiş. Kız üzülmüş onun adına. Üstelememiş. Demiştik; anlıyormuş o genç adamı.
Bu çocuk uzun süre boşa yaşamış. Ne bir gelecek kaygısı ne bir mutluluk. Sonra bir kızla tanışmış, gülümseyişi her şeyi ona unutturan bir kızla. O kız o kadar masum bir mutluluğa sahipmiş ki çocuk o mutlulukla dipsiz kuyulardan yukarıya çekildiğini hissetmiş. Ondan sonra sarılmış o kıza, onun kurtarma halatı olmuş o masumiyet -ta ki masumiyetini kaybedene dek... Ama ondan sonra bile çocuk o güneşi hatırladıkça huzurla dolar olmuş. Bir zamanlar mutlu olduğunu bilmenin verdiği bilinçle. -Ya da mutluluk değil de, huzur diyelim.
Bu çocuğun hayatı akıp gitmiş, zamanla bir şeyler düzelmiş. Asla ama asla "Ergenlikmiş işte" demeyeceği o karanlık günler sanki geride kalmış. Fakat gururla şunu söyleyebiliyormuş: Ölümle savaştım ve yendim. Ben yaşamak istiyorum.
Yaşamış da...
Bu adam üniversiteyi kazanmış. Boktan bir bölüme gitmiş, herkesi şaşırtmış orayı yazarak. Ne işi varmış bu adamın orada. Bunu kendi de bilmiyormuş. Hayatında son kez ciddi bir kararda başkalarını dinlemiş o gün. Kendi isteği değilken yazmış bölümü, mutlu olacağına inanarak.
Okulu açıldıktan sonra bu çocuğa sınıfından kızlar yazmış, bölümden kızlar yazmış; ama o başka şehirdeki o kızı düşünüp hiçbirine yüz vermemiş. O kız bekleyecekmiş çünkü onu, gülümseyişiyle...
Aradan dört ay geçmiş ve bu çocuk bu bölümde yapamayacağına karar vermiş. İlk sınıfı bitirip (ki kalmış zaten) tekrar öss'ye hazırlanmaya karar vermiş. Ondan sonraki bir sene hayatından giden bir seneymiş. Ama başarmış bu çocuk, hayaline ulaşmış. Tam hayaline değil; ama ona en yakın olana. Başka bir şehre gitmiş bu çocuk, bir sene boyunca öss'ye hazırlanırken kendisine düşünmek için dahi izin vermediği bir senenin acısı bir anda o yaz patlamış bu adamın üstüne. O kadar kuvvetli patlamış ki ilaçlara ne kadar hızlı koştuğunun farkına varmamış. Önemsememiş.
İlacı yüklemiş kendine, hayatına on gündür tanıdığı bir kızın girmesine izin vermiş. Dağılmış çocuk iyice. O kız da bu çocuğa iyice bağlanmış, çocuk yarı yolda hayatının en akıllı kararlarından birini verip kıza bu olmamalı, olamaz demiş. Anlayışla yaklaşmış, daha sonra o kıza büyük acılar yaşatmamak için henüz her şey tazeyken koparmış bağları. Kız ona bunun için teşekkür etmiş kısa bir süre sonra fakat "Ama..." diye eklemiş. O üç noktayı tamamlatmamış çocuk, susturmuş. Haklı gerekçelerle.
Bu çocuk o diğer şehre gitmiş ve bir ev tutmuş. 1 + 1, dördüncü katta küçük bir ev. Tek yaptığı evden çıkıp bir motorla (motor diyorlarmış orada küçük vapura) karşıya geçip okuluna gitmekmiş. Sonra okuldan çıkıp evine dönermiş. Akıllı adam, düşünmemek için kendini dizilere, filmlere vermiş. Hayatının iyi olduğu yanılgısını fark etmemek için kıçını yırtmaktaymış. Başarır gibi de olmuş bir ara, yalan söylemeyelim şimdi.
Bu adam sınıfta kimseyle konuşmazmış, okulda hiç tanıdığı yokmuş. Bir hoca dışında hiçbir hocayla konuşmazmış derslerde. O adam da bu çocuğu çok severmiş, onu alıp Boğaz'a karşı konuşurmuş uzun uzun. Hiç itiraf etmezmiş hoca; ama genç adam bilirmiş hocasının onda kendisini gördüğünü.
Sonra zaman geçmiş, haftalar aylara dönüşmüş ve bu çocuğu arayan arkadaşları telefonları kesmişler. Zira bu genç o şehre gittiğinde beri kimseyle görüşmemiş. Hep kaçmış. Söz gelimi adı Levent, Atakan, Sait, Samet, Kepçe (evet adı kepçe), Kartal olan bu arkadaşları onu ne zaman arasa hep kaçmış çocuk. En sonunda sadece Levent arar olmuş, o da umutsuz bir şekilde. Evet, çocuk aylardır (toplamda üç yıldır) hiçbir eski arkadaşını görmemiş. Ona içerlemişler, kırılmışlar, kızmışlar... Açıklama yapmamış, anlayabileceklerini düşünmüyormuş. "Sizle görüşemem, çevreme zarar veriyorum, size zarar veririm. Ben zehirliyim" dese kim inanacakmış ki bu adama? Ama hakkını vermek gerek, tanıdıkları en "kötü gün dostu" bu adammış. Kimseyi yarı yolda bırakmazmış bu adam; ama kimsenin mutlu gününde de orada olmazmış. Garip bir manyaklık işte...
Bir gün telefonuna mesaj gelmiş. Emre dediğimiz gençmiş mesajı atan: "Geliyorum haftasonuna" yazıyormuş mesajda. Genç adam iki yıldan sonra ilk defa görecekmiş dostunu, irtibatı koparmadığı tek kişiyi.
Gelmiş bu adam, bir de yanına sevgilisini almış. Kalmış evinde, gezmiş, içmiş ve dertleşmişler onunla. Yılbaşında gelmek üzere gitmiş. Sonra yılbaşına gelmiş ve sonra Şubat'ın ortasında da gelmiş. Adam kendini evinde hissediyormuş; çünkü buna hakkı da varmış: En yakın dostuymuş orada ona evini açan.
"Sana kırgınlar, kızıyorlar. Git bir görüş adamlarla" demiş. Sonra da vazgeçmiş, anlamasa da susmuş. Zaten susması tek yapabileceği iyilikmiş genç adam için. Hikayemizin kahramanı anlamasını beklemiyormuş Emre’nin. Hatta onu anlayabilecek tek kişiyi de uzaklaştırıyormuş hayatından bu genç adam: O kızı.
Bir gece mesaj atmış kız: İnatlaşman bazı şeylere mal oldu, demiş. Genç adam buna hazırlıklıymış, er ya da geç bunun ve hatta daha ağır sitemlerin geleceğini biliyormuş. Özür dilememiş, dileyeceği bir şey yokmuş ortada, ama bir araya gelmek de istememiş. Suçunu ve suçsuzluğunu biliyormuş. Hem zaten eskisi kadar da anlamıyormuş onu dostu, araya zaman, mesafe, kişiler, olaylar girmiş. Kısacası karakterler değişmiş. Ama yine de bir yerlerde, bir şeylerde o kız hep varmış; onu anlamayı sürdürerek...
"Bir ara görüşelim" demiş daha sonra. Adam susmuş, o susunca kız sitem etmiş. Adam bunu yapamam demiş, açıklamış. Kız sitemli kapamış telefonu. Dört yıl önceki kız olsa saniyesinde anlarmış; ama şu anki kız anlayamamış. İçerlemiş çocuğa telefondaki ses tonuyla, çocuk yine özür dilememiş. İçten içe kızı koruduğunu ve kızın da bunu -zamanla- fark edeceğini biliyormuş.
Bu adam yeni bir kitap serisine başlayacakmış, başlamadan önce günah çıkartır gibi bir şeyleri yazası gelmiş. Zaten burada yazanları tek okuyacak kişi de o kız olacakmış. Hatta bu kadar uzun bir yazıyı okumaması da ihtimal dahilindeymiş; ama böyle bir otobiyografiyi kaçırmak istemeyeceğini düşünmüş genç adam.
21 Şubat 2011
The penguins of madagascar
20 Şubat 2011
İşaret dili
Ugg giyen erkek
Derdin ne senin?
19 Şubat 2011
The King's Speech
17 Şubat 2011
Do I have to stay?
16 Şubat 2011
Turist
Ölüm ve yalnızlık
12 Şubat 2011
Mahremiyet
05 Şubat 2011
Çocuk
04 Şubat 2011
Sevip sevip kuyruğuna gelmek
03 Şubat 2011
01 Şubat 2011
Origami
İnsan hayatı değersiz derlerdi de inanmazdım. Bir dakika ile ölümüme gidebileceğimi nereden bilebilirdim. Ve hatta ölümün bu kadar sıradan ve doğal olacağını…
Ben ölüyüm. Ne kadar merak ederdi yaşayanlar ölümü. Hâlbuki ne kadar basitmiş! Bir an korkuyla gözlerinin çeviriyorsun ve gelen kamyonun büyüklüğünden ürküyorsun. Sonra hızla inanılmaz bir acı çekiyorsun ve gözlerini açtığında kendi kanlı bedenini yerde görüyorsun.
O kadar işte. Ölüm denilen şey bu: Görmek, hissetmek; ama yaşayamamak. Bedenime bakıp çığlıklar içinde haykırdığımı hatırlıyorum; ama kimse, özellikle siz yaşayanlar, duyamadı beni. Çocukluğumuzda bize anlatılan hayalet hikâyeleri, ruh çağırma seansları vs hep doğruymuş. Biz bu dünyada yolcudan başka bir şey olmadığımızı sanırken aslında gerçek dünyanın o olduğunu anladım ben. Doğan her bebeğe gıpta ile bakarız. Ölen kimse umrumuzda olmaz. Dünya yaşantısından kalan dostluk ve/veya düşmanlıklar burada işlemez. Burada hiçbir şeyin değeri yok. Ama beni gidip cesedimin yattığı toprak yığınının üstünde sonsuza dek özlemle oturup beklemekten alıkoyan tek bir şey var: Origami. Ölü origamisi.
Ölü olarak geçen bu sınırsız zamanımı hızlandırabilen tek şey o. Eski yaşantımdakinden biraz farklı tabii. Burada origami demek büyük bir kumar oynamak demek: Şimdiki varlığımızı eğip büküp, kendi varlığımızı dahi unutacak kadar değiştirerek yeni bir kimliğe bürünmek. İşte biz ölülerin origamisi bu. Tabii ki bunu yapmamızın bir amacı var: Gıpta ile baktığımız yaşayanlar dünyasına dönebilmek. Bir kez daha iştahla hamburger yemek, bir kez daha çılgınca kahkaha atabilmek... Her şeyi tekrar tekrar yapabilmek istiyoruz!
İşte kendi origamimi anlatacağım size: Önce bir hedef belirliyorsunuz kendinize. Genellikle biz ölüler genç ve sağlıklı bireyler ararız kendimize (yeni bir bebek dünyaya getirmeleri daha olasıdır). Ama bu oldukça revaçta olduğundan bazılarımız yaşlılara, bazılarımız da daha farklı olarak laboratuarlara dadanırlar. Şahsen otuz insan yılı boyunca geçirdiğim ölülüğümde türedi bu şey yeni yeni. Ben sağken (ah ne güzel cümle!) yoktu bu. Demek ki siz salak yaşayanlar o kadar da salak değilmişsiniz. Biraz da olsa ölüm sonrasını düşünüyorsunuz. Zira anladığınız üzere ölüm origamisini gerçekleştirmek için yeni doğacak bir bebeğe ihtiyacımız var. Bebek doğduktan sonra biz oraya gider ve dokuz ay boyunca yakından izlediğimiz, arada sırada vücuduna girerek ona ölümü tattırdığımız beden ilk kez dünyaya çıktığında da biz alırız onun vücudunu. Sonra her şey sil baştan oluyor, sanırım... Zira yaşarken ölüm ne kadar bilinmezse, ölüyken de yaşam o kadar öngörülemez oluyor. Anlaşılan yukarıda birileri ciddi anlamda dalga geçiyor bizimle.
Şimdi benim yeni bedenimin doğmasına kısa bir süre varken size merak ettiklerinizi söyleyeyim. Evet, istersem gidip ailemi ve/veya başka birilerini izleyebilirim. Ama hayır onlarla konuşamam. Onlara herhangi bir şekilde varlığımı hissettiremem. Bizler ve sizler ayrı dünyaların insanlarıyız. Hem zaten onları izlesem ne olacak? Ben tekrar yaşayan olmak istiyorum. Bunun için de kendi origamimi gerçekleştirmem gerekiyor. Bana ne karımın yeni kocasından, bana ne oğlumun yatalak olmasından.
Hayır, açlık hissetmeyiz. Dünyevi şeyleri hissetmeyiz ama onları hissetmek için her şeyi verirdik. O yüzden origamiye sığınıp ruhumuzu değiştirerek yaşayanlara bir bebek olarak katılıyoruz. Başka çaremiz yok... Gerçi... Hayır, bundan bahsedemem... Ama şu kadarını söyleyeyim: Bazılarımız o kadar umutsuz oluyor ki bir şekilde dönüyorlar yaşama. Ama bunun kadar ağır bir bedel ödemeyi nasıl kabul edebiliyorlar anlamıyorum. Hayır, ısrarcı olmayın, söylemeyeceğim. Ölümden yeterince korkuyorsunuz, bir de korkudan delirmenizi sağlamak istemiyorum. O kadar da unutmadım vicdan denen şeyin ne olduğunu…
Evet, kendi yaşam boyutumuzdaki ölülerle konuşabiliriz. Onlarla istersek poker bile oynayabiliriz. Ama ben uzun, çok uzun yıllardır ölü olan biri olarak söyleyebilirim ki bugüne dek konuşan bir ölü görmedim. Buna ben de dâhilim. O yüzden gidip dedemi bulmamın, gidip dünyadaki favori aktrisimi görmenin bir anlamı yok. Onlar da kendi dertlerindeler ve yaşama dönmekle meşguller. Ama şunu eklemeliyim: Yaşamları daha bebekken sonlandırılanları da hiç görmüyoruz buralarda. Onlar, dünyadayken annelerimizin bizi kandırdıkları gibi melek mi oluyorlar gerçekten de? Bilmiyoruz. Sadece burada bu umutsuz bekleyenler içinde umutsuzcasına ağlayan bir bebek yok. Çocuklar da çok nadiren görünüyorlar. Garip.
Evet, en güzel soru. Yaşama döndüğümüzde bugünleri hatırlayıp hatırlamayacağımızı bilemiyoruz. Demiştim; yaşam da bize muamma şu an. Sadece origami ile yaşama dönenlerin bebeğin cılız vücuduna girip ilk nefesini almasını sağladıkları andan itibaren artık yeni bir kişi olup çıktıklarını biliyoruz. Hazır konusu açılmışken onu da ekleyeyim: Biz yalnızca yaşamdakilerin ne zaman öleceğini en ince zaman aralığına dek anlayabiliriz. İki ay on gün yirmi bir dakika üç saniye iki buçuk salise ve 8 nanosaniye vs… Ama doğacakları günü ve ondan sonra ilk nefesini ne zaman almaları gerektiğini anlayamayız. Yeni doğan bir bebeği, yaşama açılan o narin kapıyı yok etmemek için de bildiğimiz tek işareti bekleriz: Bebeğin poposuna tokat atılmasını. Bunun üzerine hızla origamimizi nihayete erdiririz. Yani bebeğin varoluşunda yerimizi alırız. Ondan sonrasını bilmiyorum demiştim.
Pekala o halde. Bu kadar bilgi vermek yeter. Yaklaşık olarak birkaç ay içinde dünyaya yeni bir bebek gelecek. Bir kız. Ailesi ismine hâlâ karar veremedi. Eğer şanslıysam bu sefer origamim gerçekleşecek ve ben o kızla yeniden hayat bulacağım. Reenkarne deniyordu buna dünyadayken. Ne kadar saçma! Bunun yeniden doğmakla alakası yok. Yeniden dünyaya gelmek de değil bu. Sadece yaşama karşı duyulan inanılmaz istek. Ve ben bu sefer bunu gerçekleştireceğim! Yeniden yaşayanların arasına katılacağım! Yeniden, yaklaşık seksen yıl sonra. Seksen yıl! Bir insan ömründen uzun. Ama biz ölüler için beklemekle geçtiğinden dolayı daha da uzun. Varoluşumuzun her saniyesi görüp anladığımız bu dünyaya dönmeyi istemek ne kadar uzun sürer bilir misiniz? Üstelik yalnızız da. İstesek birbirimizle konuşabilir miyiz onu bile bilmiyorum; hiç denemedim ki! Biz tek bir şeyi deniyoruz sürekli ve sürekli: Yaşama dönmek.
***
Doğuyor bebek. Ailesi adını “Hayat” koymaya karar verdi. Hayat! Hayat! Ah ne kadar güzel bir hediye benim için. Herhalde isteyip isteyebileceğim en güzel isim bu benim için…
Ah işte başı gözüktü bebeğin. Bir ölü olarak heyecandan delirmek üzereyim! Çok az kaldı. Yakında o bebeğin poposuna vurulan tokatla birlikte vücuda gireceğim. Bir kez daha bir bütün olacağım onunla. Geride bırakacağım bu anlamsızlığı. Yaşama döneceğim. Yaşama!..
Vurdu… Şimdi sıra bende. Gidiyorum. Dönüyorum. Yıllarca beklediğim bu bebeğe hazırım artık. Diğer ölüler burada değiller. Biliyorlar bunun benim olduğunu. Anne rahmine ilk düştüğünden beri ben ilgileniyorum onunla. Kaç kere içine girdiğimde sabırsızca tekme attım annesine. Çıkmak için. O rahatsız pozisyon değişsin diye. Ben yokken boş bir kabuk değil mi o beden? Evet…
Bitiyor. Ağlıyorum şu an, farkındayım bunun. Her şey puslanıyor. Uykum mu geldi ne? Evet ben uyuyayım. Önümde uzun bir hayat var beni bekleyen. Uzun, çok uzun. Hayat...