28 Nisan 2011

Layetenahi

"Ben büyüdüm ve değişti dünya"

Uzun bir şey yazmak gerek, gücüm yok. Bir anda tüm yaşam enerjim sökülmüş gibi hissediyorum. Bu blog, artık, ömrünü tüketmiştir. Önce sen ayrıldın, şimdi de ben ayrılıyorum. Ben yine kimsenin bilmediği, kendi okuyucu kitlesini veya takipçilerini kendisi edinecek başka bir blog açarım. Hatta kimseyi edinmesin, kalsın bana özel. Orada senin okuduğunu bildiğim bir yerde yazamadığım nice şey yazarım. Kan kusmak, sevgi kusmak...

Bir daha post yazmamak adına, anısına ve hem sana hem bana hissettirdikleri adına elveda Layetenahi o halde. Hoşça kal her neyse.

İlk post ile son post aynı başlık adıyla ve tarafımdan yazıldı. Ne müthiş!

Elveda eski dost.

Veda

Hoşça kal, Layetenahi. Taslaklar'da okunmayı bekleyen aynı başlıklı bir yazı var, yayınlama konusunda çekincelerimin olduğu.

İyi zaman geçirdik, ancak klişe tabirle 'bize ayrılan sürenin sonuna geldik'

yalnız bu klişenin sonunda 'yarın yine görüşmek üzere' yok. Kendinize iyi bakın.

26 Nisan 2011

Bunu sana yazdım

Hemen üstünüze alınmayın, yazdığım kişiye zaten mesajla belirteceğim bu yazıyı. O da gelip okuyacak. Zaten kendisi benim yazdığım hemen her şeyi okuyor. Daha henüz yeni yeni samimi olurken romanımı okumuştu iki günde. Uzun ve ağır bir romandı üstelik. Sonra tweet'lerimi okuyor -ki zaten Twitter hesabımı bilenler arasında (follower'lar arasında) beni tanıyan tek kişi o. Özel bir kız, özel bir arkadaş. Asla da çok samimi olmadık nedense. Korktuk karşılıklı sanırsam.

Yorgunsun sen değil mi arkadaşım? Son mesajında anladım bunu iyice. Üzüldüm ve çekindim senin adına. Telefonuna mesaj atmak zahmetli olacaktı. Çok şey var söylenecek, zor olur mesajda. Arayasım da gelmedi, senin de çok hoşuna gideceğini sanmıyorum aramamın. Bir anda çıkıp edebiyat yapacak bir adamın insanı rahatlatacağını düşünmek oldukça saçma. Hem bak, ben kendi açımdan değil senin açından bakıyorum olaya. Kendi açımdan bakacak olsam çok net olurdu yazacaklarım. "Siktir et abi, değmez." Ama işte, senin açından bakınca değeceğini düşünüyorum hayatın. Hayat; yaşamaya değer güzelim.

İlk karşılaşmamızı ne güzel tasvir etmiştin. Uzun bir yazı, içinde ben varım sen varsın bir de bir başka kız daha var. Sonrasında da herkes var. O sonraki kısmı aslında daha da iki kişilikti değil mi? Kalabalık içinde iki kişi olmak bazen ne güzel olur. (Cumhuriyet dönemi romanları havası sezinledim bu cümlemde. Uuu!) Kıymeti bilinmez çoğu zaman -ki zaten biz de istisna değildik. Kaynadı gitti. Hatta, o yazdıklarından sonra ilk defa olarak bugün hatırladım o anları. Aradan o kadar zaman geçmiş, o kadar anı değişmiş... Ama bugün attığın mesaj sonrası bir anda sızdı düşünceler beynime. Bir bara gitmiştik beş kişi. İzmir'in o güzel yağmurlu akşamlarından biriydi. Bir şemsiye almıştım -hâlâ sakladığını söylemiştin bana aylar önce- iki kişi koşturmuştuk saçakların altında. Sonrasında da bol bira ve aptal muhabbetler. O zaman iki kumru vardı karşımızda, aşık iki insan. Nasıl salaklardı şimdi hatırlıyorum da... Biz de gayet resmiydik, ilk başlarda. Sonrasında patlamış mısırlar, geometri soruları... Bana bile garip bir sarmalı varmış gibi geliyor. Ne alaka geometri ile bar? Ne alaka patlamış mısır ile ciddilik? Eh zaten sen ve ben, ikimiz, hep bu anlamsızlıkları sorgulayanlardan değil miyiz? O yüzden bana bugünkü mesajını attın. O yüzden ben sana o mesajdan önce sorma gereği hissettim: Neyin var?

Ben mesela çok dert anlatan biri değilimdir (istisnai birkaç durum hariç). Sen de öylesin çok net biliyorum. Hatta biz bunu konuşmuştuk da seninle. Ama nerede ve ne zaman onu hatırlamıyorum. Neyse, ben bugün mesaj atarken biliyordum senin zorda olduğunu. Gelen mesajının o kadar içten olacağını da beklemiyordum açıkçası. Ama zor durumda olanlar zor insanlara bulaşırlar değil mi? Sen de bana bulaştın işte. Belki senin için iyidir bu, umarım öyledir. Sonuçta kendin dedin "Umutla yaşamak güzel" diye. Al işte bu da umut. Unutma bunu.

Hatta bak unutmak ve umut ne çağrıştırdı bir anda: Umutmak. Umut etmek ve bunu unutmamak anlamında. Kabul et etkilendin? (Mesaj at tanışalım.)

Konuya gelirsem; ben sadece senin kısacık birkaç tweet'inden bu sonuca vardım. Yanılmamışım. Kaç kişi için bu sonuca varabilirdim ki? Toplasan bir-iki kişi. Birinin sen olacağını içten içe bilirdim; dıştan dışa bilmezdim ama. Tüm bunları üst ütse koyunca senin benim için yazdığın bir başka yazı gelir aklıma. "Bil bakalım niye bu kadar çok ... dedim" yazdığın yazı. Orada da sendin beni anlayan. Yağmurun altında şemsiyenin parasını unutmamı ve geri dönüp satıcıya "Abi kusura bakma" dememi bir daha hiç yüzüme vurmayan da sendin. Bak bunu şimdi ben yazınca olayın rezilliği gitmiş oluyor üstümden. Beş liranın hesabını yapmıyordum tabii ki; ama tam olarak öyleymiş gibiydi. Halbuki tek derdim senin daha az ıslanmandı. Zira bende vardı bir palto, senin laf soktuğun o pofuduk palto. (Ama sen ıslanmıştın ben ıslanmamıştım. Fark bu. Beyin bedava.)

Bunda anladığın gibi o lanet sınav stresinde ne yaparak (ya da yapmayarak) yanımda durabileceğini de anlamıştın. Aptalca mesaj atardın, ben de kısaca cevap verip "Abi ders malum" derdim. Hiç alınmadın bunun için! -Ki senin psikolojindeki bir kızın bundan alınmamasının ne zor olduğunu bilirim. Dedim ya anlıyordun… Bu özelliğe sahip tanıdığım iki kızdan birisin. Birini kaybettim, seni kaybetmeyeceğim. Bak böyle de duygusala bağlarım işte. Şimdi hemen gidip tweet yazacağım. (İki günde otuz tweet, 4 tanımadık followers, iyi lan!) Bak seninle konuşurkenki gibi oldu yazım da: Daldan dala atlıyoruz ve o arada beyin sürekli arka planda asıl konuyu toparlamaya çalışıyor. Sen de yapıyorsun aynısını, yoksa kursta tanıştığın dokuz yaşındaki çok yakın arkadaşını nasıl idare edebilirdin.

İnkar etmiyor kimse, zor tabii ki bazı şeyler. Senin de benim de aynı sayılabilecek zoraki düşüncelerimiz var. Hem hayata hem her şeye karşı. En acı yanı da her şeyin kapsamına hayatın yalnızca çok az bir kısmı giriyor. Genel olarak hayatlarüstü bir görüşle yaşamaya çalışıyoruz. (Ben daha başarılıyım ama bu konuda.) Camus demiş ya hani:

"Should I kill myself, or have a cup of coffee?"

diye, aynı hesap bu da. Yani ne anlamı var ki en nihayetinde ölecek olduktan sonra? Ama çok var işte. Var ki biz hâlâ varız. Var ki ben hâlâ burada sana bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Asıl yazanlar yerine bin tane alt metin veriyorum eline. Hani anla diye. Uğraş diye. Uğraşmaya değer diye. Bir gün elbet yağmur yağacak ve o güzel şeyin altında herkes ıslanacak. Ben de umarım, eğer şanslıysam. İyi ol tipsiz.

24 Nisan 2011

Eheh, Hiç güleceğim yoktu

Böyle bir cümle gibi başlık açtım ya daha ne yapayım? yarın öbür gün Taksim'e gidip kendimi Galatasaray'ın önüne zincirleyip açlık grevi yapacağım. "Amacını söylemeyen genç açlık grevi yapıyor. Peşinden binlerce liseliyi sürükledi"...

Bir bebeği var abimin, henüz bir buçuk yaşında. Kendisinden önce iki yeğenim daha vardı diğer abimden. (Türevin türevi oldu kusura bakmayın.) O iki şeytan bana dünyayı dar etmişlerdi. Ama öyle böyle değil. Hayır canımdan çok seviyordum, bir şey de diyemiyordum. Bırak vurmayı falan -ki hiç yapmadım- bağırdığımda bile içim acırdı. Bunu da anladı piçler, hep zaaflarımdan faydalandılar. Bacak kadar veletler beni kedinin fareyle oynadığı gibi oynattılar. Hâlâ da oynatıyor şerefsizler. Yarın öbür gün ölsem çok ararlar beni. Neyse. Doğal olarak bu iki veletten sonra diğer abimin bebeğine gayet rasyonel yaklaştım. Bilimadamı tavrı takındım denebilir. "Bu bebek niye yemek yemiyor?" diye yakınırsa biri, içimden "Hmm, oda sıcaklığı istediği düzeyde olmayabilir" falan dedim. Baya baya dilim yanmış yani o iki piçten.

Fakat bu son gelişimde (aramızda 20'den fazla yaş farkı var. Abi diye yutturamıyorum diğerlerinde yaptığım gibi, amca diyor bu) amca olmanın da verdiği bir sıcaklıkla kendi kendime şuna bir yavşayayım dedim. İşte şebeklikler yapayım, o mükemmel mavi gözlerine (ben kadında renkli göz hiç sevmezdim. Yeşil belki ama mavi asla'ydı. Bu bebekte mavi göz sever oldum ben) bakıp sırıtayım falan dedim.

Demez olaydım. Siz hiç bir buçuk yaşındaki bir kız tarafından madaraya çevrilen adam gördünüz mü? O kadar şımarıyor ki, bugün yemek yediği sürece benim de aynı şeyleri yememi istedi. Daha cümle kuramıyor; ama yarı Türkçe yarı Almanca'yla (abimin eşi alman) "Ye" diyor. Bebek maması güzel bir şey değil bunu belirteyim öncelikle. Abimler sofrada annemin yaptığı dolmaları götürürken ben muz, elma, adını bilmediğim tadı iğrenç bir şey, süt, ve adını bilmediğim toz bebek maması yedim. Üstelik bunlar bir posada eritilmişti. Üstelik şerefsiz ne kadar yerse ben onun iki katı yemek zorundaydım. İşkenceye bak.

"Abisi şımartma o kadar!"

İyi de seviyorum ya! Ben sevdiğim herkesi şımartırım. (Sonra tepeme çıkarlar orası ayrı. O yüzden yalnızca bebeklerde şımarmayı ve sonrasını tahammül sınırları dışında tutuyorum.) Ama tüm bu çektiklerime -mesela gece benim yanımda yatıyor kız. aynı yatakta sarılıyor bana. Onu ezmemek için uyuyamıyorum bile- değiyor. Çünkü bugün bana sarılıp yanağımdan öperken "cici seviyom ya" dedi. Kurduğu en uzun cümleydi bugüne kadarki.

Ben de seni seviyorum bebek. Büyüyene kadar sür bakalım sefanı.

21 Nisan 2011

Her neyse

Drafts'ta senin için yazılmış bir taslak var. Onu oku lütfen. Yayınlamak istemedim.

Ebeveynleri kaybetme korkusu

Bir adamı bir odaya kapatın. Mesela 1984'teki o özel odaya. (Bilmem kaç no'lu odaydı, üşendim araştırmaya. Unutmuşum.)

Orada en büyük korkusuyla yüzleştir. Ama asla korkusuyla baş başa bırakma. mesela işkenceden korkuyorsa ona asla işkence yapma. Sadece biraz sonra işkence yapılmaya başlanacağına inandır.

İşkenceden daha kötü olur.

İngiltere'de başı kesilerek idam edilen birinin başını alıp halka gösterirlermiş orta çağ'da -ve belki biraz daha sonrasında. bunun sebebi idamı izleyenlerin ölünün kafasını görmeleri değil; ölünün halkı görmesiymiş. Çünkü kafa kesildikten beş - altı saniye sonrasına kadar kan dolaşımı olduğundan bilinç açık kalıyor. Yani kafanın kesildiğini biliyorsun, saçlarından kavramış biri seni yukarı kaldırmış ve halkı gösteriyor. O anı yaşıyorsun.

Ölümün kendisinden daha kötü.

Anne - babayı, abi - kardeş, abla nine amca oğlu vs... tüm bunları kaybetme korkusu onları kaybetmekten daha kötü. Öldükleri zaman, beyin savunma mekanizmasını çalıştırıyor. Uyuşuyorsun, düşünemiyorsun, günler çok hızlı akıp geçiyor. İki ay içinde normal düzenine kavuşuyorsun.

Beklemek, ölüm haberlerini almaktan daha kötü.

Aptallık yapıyorsunuz, kendinizi ölümün en korkunç şey olduğuna inandırıyorsunuz. Yanılıyorsunuz.

Ölümü yaşamak daha kötü.

...Sonra zaten beyin var. Her şeyin üstünde bir güç. akıl senin değil mi? Herkes bir gün ölmeyecek mi? Bunu unutma. herkes bir gün ölecek. Şimdiden bunu düşünmek bir boka yaramayacak. Evet annen de baban da normal şartlarda senden önce ölecek. Mezarlarına gidip geleceksin. inançlıysan dua edeceksin, değilsen bakarsın boş boş. Ama bunu yaşayacaksın. Niye korkuyorsun ki? Niye korkulur ki?


*Bir yerde yayımlamıştım. Buraya da taşımayı uygun gördüm.*

20 Nisan 2011

Doğum günü kutlamaları

Eh heh, o kadar alışmışlar ki Facebook'ta falan "Cnmmm doğum günün kutluuu olsunnn" yazan salaklara, samimi olmadığınız, daha önce sadece bir kere gördüğünüz insanların gerçek hayatta doğum gününü kutlayınca sapıtıyorlar.

Bugün sınıftan bir çocuğun (kendisiyle Facebook tarzı arkadaşlığımız var gerçek hayatta. Sınıfta konuşur, sınavda kopya veririm falan) bir kız arkadaşı geçiyordu yanımızdan. Çocuk kıza iki metre öteden "Doğum günün kutlu olsun" dedi. Kız da "Sağol canım" dedi. Bu arada ne yürümesi yavaşladı ne çocuğa döndü. Sadece kafasıyla kavis çizdi. O arada ben de "Nice senelere!" dedim. Merak etmiştim tepkisini.

Şaştı kaldı. Durdu olduğu yerde. "Tanışmıyoruz, hayır" dedim daha o sormadan.
"Ne bileyim bir an söyleyince şaştım kaldım" dedi.
"Facebook'unu açtığında yüz yüze bir kere bile görüşmediğin kaç kişi doğum gününü kutlamış olacak?" diye sordum. Haklı olduğumu söyledi, yanıma gelip iki yanağımdan öperek teşekkür etti kutladığım için. Sonra da çekti gitti.

Eh heh, salaklar sizi. Yapmacıkla dolu yapay dünyanıza sokayım sizin. Bu kızın onda biri kadar samimi değilsiniz o sanal alemde. Nasıl aynaya bakıyorsunuz?

not: canlarımmm size demediiim biliyorsunuzzzz :)))
Selamlar. iyidir, sen nasılsın? Gerçi boşuna soruyorum, çok iyi olduğunu görebiliyorum. Daha da mutlu olursun umarım.

Yazdıklarının her birini, çok basit bir şekilde çürütüp seni üzebilirim. Ama bunu yapmayacağım. Anladığım kadarıyla olması gereken oldu, hayatında iki kişilik düşünüyorsun artık. Daha açık yazmak istemedim nedense.

Bu duyguyu sonuna dek, en saf haliyle yaşamanı dilerim. Çok içten bir şekilde hem de.

...İnsanlar uyumalı tabii. Uyurum ben de, yazmalarım bitince. Sevgiyle kal.
Selam. Nasılsın? Bugün kaç kez gülümsedin? Ben epey güldüm dün akşam, bu akşam... Gülmek güzel, yaşamak güzel, sevilmek güzel, sevmek güzel... Her şey gerçeküstü görünüyor dışarıdan bakınca, değil mi? Birisini hayatının parçası yapınca... İnsanlar bunu yapmalı. İnsanlar sevmeli. İnsanlar...

Uyumalı.
-İçine çekilmişsin yine?
-Hayır, öyle değil. Sadece biraz yorgunum diyelim.
-Sanki biraz da korkuyor gibisin. Halbuki korkmazdın önceden.
-Oradan bakınca korkuyor gibi mi duruyorum?
-Evet.
-Yanılıyorsun. Korkmuyorum, tedirginim.
-Yalan söylüyorsun, zaten hep berbat bir yalancı oldun. Kendine söylediklerinden bahsediyorum...
-Ah, akıl oyunları. Bu sefer olmaz.

...Zaten yorgunsun be abi, siktir et her şeyi. Baksana Winamp bile sana düşman, gidip hangi şarkıyı açtı. No fear of heights... Link verecek misin şimdi şarkıya? İyi olur sanki, ha? Eh bence de verme. İsteyen yazsın bulsun. Kolaya kaçınca her şey daha da değersiz oluyor. Evet, bence bu yüzden kaçan kovalanıyor. Ben niye mi kovalamıyorum? Bilmem ki, vicdan azabı çekmediğinden olsa gerek. Ama sen de haklısın, ne diyeyim.

Yok, hayır. Hiç mi düşünmedin sen? Yo, tabii ki düşündün. Bilmem mi... Bu arada aklıma geldi; msn'de intihar eden gençle ilgili haberi düşündüm yine. Okuduğumdan beri onu düşünüyorum zaten. Hani şu kendini asan ve o anları kameraya kaydeden. Nasıl korktun di mi? Evet, gizlemenin anlamı yok. Ama sorum şu: Niye o kadar taktın bu genci? Yok hayır, merak etme konuyu o şekilde bağlamayacağım. Artık üç aşağı beş yukarı ne bok olduğunu biliyorum. Sen? Ah, hınzır seni! Sen herkesten iyi biliyorsun. Ama madem öyle niye tırsıyorsun? Aha, ben bu bakışı biliyorum. Şimdi küfür gelecek. Siktir et diyeceksin. Bak, yanılmadım işte.

Niye aklına o an geldi şimdi? Gel birlikte çözümleyelim. Niye o an?

...Lise 1'desin. Emre ve Murat var, tamam. Haaa, hatırladım ben de. Eh haklısın, gelecek tabii aklına. Gerizekalı, başka şey mi var sanki?

Ne? Yok yahu, burası senin mekanın. Kim ne karışır, ne merak eder. Özgür ol, hatta uyu artık. Yorgunluk saçmalatır insanı.

-Bununla iki etti?
-Üç'ten kork.
-Ya dört olursa?

Biliyorum o bakışı. Şimdi...

-Siktir et.

...diyeceksin diyecektim, dedin. Kendinden hızlı yazıyorsun, aferin. Şimdi git ağla biraz. Biliyorum ağlamayacağını, kendine acı diye dedim. Biliyorum onu da yapmayacaksın. En iyisi sadece öl. Kamerayı tavana çevirmeyi unutma.

Bu bakışı da biliyorum, şimdi de...

-Allah belamı versin.

...dememeliydin. Üzgünüm, ama çok üzgünüm. Sen haklıydın, bazen ne yaparsan yap olmuyor. Uyu, kamerayı tavana çevirme. Sakın.

16 Nisan 2011

designerscouch

Basligi tikla. Epey guzel tasarimlar var... Biraz karistirma imkanim oldu.

11 Nisan 2011

Emanet Yaşanmışlıklar 2

...Zaten her şeyin sona doğru kuramsallaştığını görmek çok da yanıltıcı değildi, değil mi? Her anını planlayarak yaşamanın eksilerinden biri de planların çok çabuk suya düşmesiydi. Dört ayak üstüne düşemeyecek kadar şanssız bir kedinin bakışı hasıl oluyordu o anlarda yüzümde. "Neydi ki bu şimdi?"

Kendimi çok umursadığım söylenemez. Yani kendi düşüncelerimi değil; kendimi. Yoksa düşüncelerime büyük inancım vardır. Yani düşüncemi çürütemedikleri sürece onu uygulamada kararlıyımdır. -Ki zaten kolayca çürütemiyorlar da. Ama işte umursamama safhasında konu dönüp dolaşıp kendimi ne derece önemsediğim konusunda sabitleniyor. Şu an tüm geçmişinden ve geleceğinden arınmış olarak ölmeni sağlayacağız kabul eder misin dense bana, anında kabul ederim. Kendi yaşamımı veya yaşama bağlanışımı umursamıyorum. Bunun ötesinde neredeyse fanatikçe bir tutumla düşüncelerime tutunuyorum. Vaktinde okuduğum kitaplar mı yoksa yetiştirilişimdeki -şimdi yavaş yavaş fark etmeye başladığım- eksiklikler mi etkiliydi bilemiyorum. İnsanın kaderi böyle deyip işin içinden çıkanlara o kadar gıpta ediyorum ki! Yok sevgili arkadaşım, yok. O iş o kadar kolay değil. Başına gelen her şey, iyisiyle kötüsüyle, seçimlerden meydana geliyor. Yalnızca doğacağın zamanı ve aileni seçemiyorsun, ondan sonra çocukluk denen karanlık dönem ve en nihayetinde ilk gençlik yıllarıyla birlikte oluşan bir "farkındalık olgusu".

Farkındalığın başladığı anda senin (senin değil, benim) birey olarak yaşamın da başlıyor. O farkındalığın getirdiği her şeye katlanmak zorunda oluyorsun. Tıpkı çocukluğumuzdaki "ergenliğe girene kadar günahların yazılmaz" cümlesindeki gibi. Bu cümle ne kadar doğru bilemiyorum; dinle çok fazla alakalı değilim. İçine girdikçe ondan uzaklaştığımı fark ettiğimde irdelemeyi bıraktım. Korkuyorum, ne yalan söyleyeyim. Ben zor bir durumda benden çok daha güçlü, çok daha büyük bir yaratıcı kavramına yakarmayı seviyorum. Çözümsüz bir şeyde çözümü başkasına atmak kadar rahatlatıcı ne olabilir? İşte o yüzden çok kurcalamıyorum artık. Bir yerde dur demem gerekiyordu, o çizgiyi çekmeyi başardım. İnanıyorum; ama dindar değilim. Bu kadarı yetiyor bana.

Ama işte dedim ya ergenliğe girene kadar günahlar yazılmıyor diye. O kadar içime işlemiş ki bu cümle, henüz orta birde ergenliğe girme zamanlarımda başıma geldi bu. Altıncı sınıfta, on bir - on iki yaşlarındayken keşfetmeye başlamıştım ergenliği. Ve vücudum yapmadığı bir şey yapıp dışarıya ilk defa cinsellikle alakalı bir şey çıkardığında ben sevinemedim bile ergenliğe girdiğim için. Aklıma ilk gelen düşünce şuydu o salonda ve mavi koltuğun üstünde: Artık günahlarım yazılıyordu. Ondan sonraki iki - üç gün bende derin izler bıraktı -ki bunu da yeni yeni fark etmeye başlıyorum.

Hani Yakarış'ta Eren tartışıyordu Burcu'yla. Ona, "Kendini tanımayan insan, kendisiyle savaşmayan her insan basittir. Eksik yaşıyordur, yalanı yaşıyordur" demişti. O zamanlar bu cümleleri yazarken o kadar emindim ki Eren'in bunu demeye yüzde yüz hakkı olduğuna. O bendim ya da daha doğrusu ben ona dönüşüyordum. Kendimden tamamen bağımsız yola çıkan bir karakterdi o benim için; ama kitap ilerledikçe birbirimize benzemeye başladığımızı çok geç fark ettim. Şimdi, o kitabı yazışımın üstünden geçen üç seneden sonra, aslında benim ona daha çok benzediğimi fark ediyorum. Ona verdirdiğim tepkilerde, söylettiğim cümlelerde benden çok farklıydı o zamanlar. Şimdiyse hemen hemen her şeyi aynı. O yüzden ikinci kitabı daha fazla yazamıyorum; tıkandım bir yerde. Ne zamanki onunla kendimi tekrar iki ayrı kutba oturtabileceğim, işte o zaman devam edeceğim yazmaya.

İşte Eren'e o cümleleri söylettiğim zamanları düşünüyorum şimdi. Kendimi düşünüyorum da ne kadar da eksikmişim! Ben o zamanlar hakkımda bilinebilecek her şeyi bildiğimi sanırdım. Ben gece yatağıma yatar, sabaha kadar irademi zorlayarak varlığımı düşünürdüm. Dünyada neredeydim, varlığım neye dayanarak anlamlıydı, hangi cümlem hangi anımı yansıtıyordu?.. Varlığımı anlamlı kılan şey neydi? O zamanlar bunlara cevap vermek o kadar acılıydı ki! Çok az kişi yapabilirdi ve çevremde kimse yoktu bunu yapan. Bana yol gösterecek kimse de yoktu. Kimse bunları sorgulamıyordu, herkes ya sınav ya aşk derdinde salak salak yaşıyordu. Ben giderek izole oluyordum, giderek sarsılıyordum. Hayata tutunma güçleştikçe, geceleri sorgulama artıyordu.

Ondan sonra zaten devreye Ece giriyor. Tuttu saçlarımdan, çekti beni su üstüne. Orada kalmamı sağladı, kendimi ondaki saflığa bıraktım. Işığıyla gözlerim kör oluyordu ve ben bundan memnundum. Bu konuda hakkını teslim etmem gerek.

...Ondan sonra zaten tekrar bilinmeyen karanlık günlere daldım. Fakat şimdi, yıllar sonra kendime baktığımda, fakındalığımın ne derece arttığını fark ediyorum. Artık, hani neredeyse iki insan kadar şey biliyorum kendime dair. Ve beynimde, taa yıllar öncesinde şekillenmeye başlayan felsefi olgu yeşeriyor: Farkındalık. Varoluşçu felsefe değil bu, ondan biraz daha farklı. Ama tabii ki kökeni orası. Hatta konuyu oraya getirdim madem: Hemen her görüş felsefedeki bir şekilde Kant'ın ana kuramlarına çıkmıyor mu? Ondan önceki dönemlerin filozoflarından beslenmiş o da. -Ki zaten felsefeye dair en sevdiğim şey bu solucanımsı kıvrımlardaki bitişiklik. Aristo'yu çok severim mesela, Kant'ı da keza. Schopenhauer'a saygım var; ama mesela Hegel'i çok sevmem. Çelişmeyi kendi içimde, seviyorum.

...Bu konu başlığına üçüncüyü de yazacağım sanırım. Daha sonra, ihtiyacım olduğunda...

08 Nisan 2011

Clown and Man



Emanet Yaşanmışlıklar

Bak her neyse, sana dünyanın en güzel kısa hikayesini yazayım. Hemingway'in:

"Satılık: Bebek patikleri. Çok az kullanılmış."

Buradan yola çıkarak bu uzun bir iç çekiş olacağına inandığım yazıyı sürdüreyim.

Günlerdir aynı şarkıyı dinliyorum: Aaron - little love. Ki zaten birkaç post önce paylaşmıştım. Şarkıdaki "Don't worry, life is easy" kısmı nasıl vuruyor bir bilsen. Hava da karamsar zaten, nefret ettiğim bahar çok şükür hâlâ gelmedi. Hiç gelmese zerre üzülmeyeceğim zaten.

Senle dertleşmeyeli uzun zaman oldu. Artık o kadar çok iki yabancı'yız ki elim telefona gidip de arayamıyor seni dertleşmek için. Merak ettiğimde ya da kabus falan gördüğümde arıyorum. Geçen düşündüm: Biz miydik saatlerce konuşan? Öyleydik galiba. Hatıralar yanıltıcı olabilir; ama bu denli de değil di mi sevgili dost? Eski dost mu yoksa?..

Ben bir bok yiyorum şu an: Öyle yazıyorum işte kendi kendime. Üstelik bir süredir aklımda olan şeyi de paylaşayım seninle: Blog'u taşıyalım mı? adresi değiştirelim ya da sıfırdan bir bloga başlayalım. Kimsenin bilmediği bir yerde, kimsenin okumayacağı bir yerde. Bir süre güzel olsa da artık yazdıklarımın okunuyor olması hoşuma gitmiyor. Ben burayı kendime ait bit arka kapı, kirli çamaşırlarımı koyduğum bir yer olarak seviyorum. Şu anki hali umumi bir tuvalet kadar güzel en fazla. O yüzden bu teklifimi değerlendir. Eğer sana da uyarsa çekip gidelim. Yok uymazsa; o halde varsın öyle olsun. Seni mi kıracağım sanki?

Bir tarafta ben varım Her neyse, yalnızca ben. Hani tüm yanlışlarımı almışım, bir başıma sürükleniyorum anki. Styx'ten geçecek olsam bu kadar zorlanmazdım herhalde. Eh madem öyle abi, ben niye bu derece dağılıyorum? Yani kırk yaşında bir dağ evinde ben ve birkaç köpek ile geçecek bir hayat mı paklayacak beni? Medeniyetten uzakta, daha doğrusu medeniyeti kuran insanlardan uzakta, dağlı gibi mi yaşayacağım? Bir anda her şeyi bırakıp gitmek, geriye bakmamak, ileriyi düşünmemek. Ya bu mudur bana reva olan? Revayıhak mıdır bu? Sanırım değil. Değil ki ben hâlâ yüzüme bakıp şaşırıyorum. Bitik Adam'daki "diye düşündüm" kalıbı var ya hani, hah işte öyle yaşıyorum ben de. Her cümlemin sonuna, her hareketimin sonuna "diye düşündüm" diyorum sanki. Bir tek piyano virtüözü oluşum eksik.

Ama dert etmeyeyim değil mi Her neyse? Hayat kolay değil mi Her neyse? Ah ya, şarkıda duyduğunda öyle geliyor sanki bir an için. Ama sonra fark ediyorsun adamın da mutsuz olduğunu. "Senin için her şeyi yaparım"a getiriyor konuyu; ama o da umutsuz. Biliyor bir şey yapamayacağını. O ki sadece bir tek kişi. Karşısındaki çok daha fazlası.

Sevdiklerimiz olduklarından çok daha fazladırlar değil mi? Salaktırlar; ama tatlıdırlar mesela. Ya da laftan anlamazlar; ama masumdurlar... Pek çok şey olur onlar. Çok azı gerçekten oldukları şeylerdir. Daha da azı bizim olduklarımızdır. Biz, sevenler yani, neyi sevdiğini umursamadan, sadece körüzdür. Katarakt gibi aslında, sis perdesi var. Perde bir kalkıyor ve bum! Bir cuma akşamı geçmişi yad ederken buluyorsun kendini. Ve fonda yine "Don't worry, life is easy" diyor. Ah ya.

Seninle konuşmalarımızda her seferinde rahatsız edici bir sessizlik oluyor. Ne düşünüyorsun o anda? Ben mesela, "Yazık, bu sefer de oldu" diyorum. Olmamasını isteyeceğim ilk insandın halbuki. Kısmet, mi demeli? En iyisi bir şey dememek. Sustukça daha çok kazanıyorsun bu hayatta; birinci elden tecrübe ettim, ediyorum. O yüzden susalım sevgili dost, susayım, diye düşünüyorum.

07 Nisan 2011

boşvermek

gün gelir, söylemediklerinin altında ezilirsin. onca zaman boşuna uğraştığını fark edip, seninle kalmaları için canını dişine taktığın insanların 'senin iyiliğin için' aldıkları bazı kararların ne kadar saçma ve mantıksız olduğunu onlara anlatmak istersin, ama hayır, maalesef hiç kimseyle konuşmadığın, konuşmak eyleminin kendisinden artık hiç hoşlanmadığın için boşverirsin.

boşverdim. gitti, bitti. bir daha asla, ama asla, gündelik sohbetlerin dışında herhangi bir insanla -kim olursa olsun, hiç fark etmez- ne düşündüğüm, ne hayal kurduğum, ne istediğim, neye inanıp neye inanmadığım konusunda tek bir şey bile konuşmak istemiyorum. 'ben özelim' sanrısı bitsin. herkes kendini özel zannediyor. 'ben herkes miyim?' evet, daha önce değildiysen bile, artık öylesin. hiçbir anlamı yok, insanlar için harcanan çabaların. boş. vakit tüketici, yorucu.

'zaten hepimiz aynı boktan amaç için yaşıyoruz. ölmek.'

güzel söz idi, uzun zamandır kullanabileceğim bir yer arıyordum. işte burası tam oldu.

04 Nisan 2011

The Egg

Author’s Note: I wrote this some time ago and posted it here. Later on, someone posted the entirety of the text to 4chan without my name, and thenreddit posted an image of that page. Somewhere along the way the authorship got lost in the shuffle. So to be clear: Yes, I wrote this. No, it’s not a repost from somewhere else. This page is the original source.


The Egg

By: Andy Weir


You were on your way home when you died.

It was a car accident. Nothing particularly remarkable, but fatal nonetheless. You left behind a wife and two children. It was a painless death. The EMTs tried their best to save you, but to no avail. Your body was so utterly shattered you were better off, trust me.

And that’s when you met me.

“What… what happened?” You asked. “Where am I?”

“You died,” I said, matter-of-factly. No point in mincing words.

“There was a… a truck and it was skidding…”

“Yup,” I said.

“I… I died?”

“Yup. But don’t feel bad about it. Everyone dies,” I said.

You looked around. There was nothingness. Just you and me. “What is this place?” You asked. “Is this the afterlife?”

“More or less,” I said.

“Are you god?” You asked.

“Yup,” I replied. “I’m God.”

“My kids… my wife,” you said.

“What about them?”

“Will they be all right?”

“That’s what I like to see,” I said. “You just died and your main concern is for your family. That’s good stuff right there.”

You looked at me with fascination. To you, I didn’t look like God. I just looked like some man. Or possibly a woman. Some vague authority figure, maybe. More of a grammar school teacher than the almighty.

“Don’t worry,” I said. “They’ll be fine. Your kids will remember you as perfect in every way. They didn’t have time to grow contempt for you. Your wife will cry on the outside, but will be secretly relieved. To be fair, your marriage was falling apart. If it’s any consolation, she’ll feel very guilty for feeling relieved.”

“Oh,” you said. “So what happens now? Do I go to heaven or hell or something?”

“Neither,” I said. “You’ll be reincarnated.”

“Ah,” you said. “So the Hindus were right,”

“All religions are right in their own way,” I said. “Walk with me.”

You followed along as we strode through the void. “Where are we going?”

“Nowhere in particular,” I said. “It’s just nice to walk while we talk.”

“So what’s the point, then?” You asked. “When I get reborn, I’ll just be a blank slate, right? A baby. So all my experiences and everything I did in this life won’t matter.”

“Not so!” I said. “You have within you all the knowledge and experiences of all your past lives. You just don’t remember them right now.”

I stopped walking and took you by the shoulders. “Your soul is more magnificent, beautiful, and gigantic than you can possibly imagine. A human mind can only contain a tiny fraction of what you are. It’s like sticking your finger in a glass of water to see if it’s hot or cold. You put a tiny part of yourself into the vessel, and when you bring it back out, you’ve gained all the experiences it had.

“You’ve been in a human for the last 48 years, so you haven’t stretched out yet and felt the rest of your immense consciousness. If we hung out here for long enough, you’d start remembering everything. But there’s no point to doing that between each life.”

“How many times have I been reincarnated, then?”

“Oh lots. Lots and lots. An in to lots of different lives.” I said. “This time around, you’ll be a Chinese peasant girl in 540 AD.”

“Wait, what?” You stammered. “You’re sending me back in time?”

“Well, I guess technically. Time, as you know it, only exists in your universe. Things are different where I come from.”

“Where you come from?” You said.

“Oh sure,” I explained “I come from somewhere. Somewhere else. And there are others like me. I know you’ll want to know what it’s like there, but honestly you wouldn’t understand.”

“Oh,” you said, a little let down. “But wait. If I get reincarnated to other places in time, I could have interacted with myself at some point.”

“Sure. Happens all the time. And with both lives only aware of their own lifespan you don’t even know it’s happening.”

“So what’s the point of it all?”

“Seriously?” I asked. “Seriously? You’re asking me for the meaning of life? Isn’t that a little stereotypical?”

“Well it’s a reasonable question,” you persisted.

I looked you in the eye. “The meaning of life, the reason I made this whole universe, is for you to mature.”

“You mean mankind? You want us to mature?”

“No, just you. I made this whole universe for you. With each new life you grow and mature and become a larger and greater intellect.”

“Just me? What about everyone else?”

“There is no one else,” I said. “In this universe, there’s just you and me.”

You stared blankly at me. “But all the people on earth…”

“All you. Different incarnations of you.”

“Wait. I’m everyone!?”

“Now you’re getting it,” I said, with a congratulatory slap on the back.

“I’m every human being who ever lived?”

“Or who will ever live, yes.”

“I’m Abraham Lincoln?”

“And you’re John Wilkes Booth, too,” I added.

“I’m Hitler?” You said, appalled.

“And you’re the millions he killed.”

“I’m Jesus?”

“And you’re everyone who followed him.”

You fell silent.

“Every time you victimized someone,” I said, “you were victimizing yourself. Every act of kindness you’ve done, you’ve done to yourself. Every happy and sad moment ever experienced by any human was, or will be, experienced by you.”

You thought for a long time.

“Why?” You asked me. “Why do all this?”

“Because someday, you will become like me. Because that’s what you are. You’re one of my kind. You’re my child.”

“Whoa,” you said, incredulous. “You mean I’m a god?”

“No. Not yet. You’re a fetus. You’re still growing. Once you’ve lived every human life throughout all time, you will have grown enough to be born.”

“So the whole universe,” you said, “it’s just…”

“An egg.” I answered. “Now it’s time for you to move on to your next life.”

And I sent you on your way.

02 Nisan 2011

ehheh, azimli

AoRON- Little love

Sosyal medyayla gelişen ikiyüzlülük

Eh heh, bayılıyorum şu ikiyüzlü insanların 'umursamıyorum' görüntüsüne.

Facebook'a bok atar, demediğini bırakmaz; sonra bir bakarsın Facebook'ta hesabı var, o beğen senin bu mesaj benim fink atıyor. Facebook'u beğenmediğini her fırsatta söylüyor; ama bunun çoğunu Facebook üzerinden yapıyor.

Bakarsın Twitter'a bok atar, yerden yere vurur; sonra bir anda Twitter'da at koşturduğunu görürsün. "Milletin sıçmasından bana ne yeaaa" diyen kişi orada kendi yaptıklarını anbean yazıyor. Dışarıda bir yerde konusu açılsa anında lafı sokmayı biliyor ama.

Türk dizilerine bok atar, tiksinir falan; ama her diziyi de bilir. Sorsan bir tanesini hemen sonunu söyler. (Ki diziler o kadar salak ki sonunu tahmin edememek imkansız olsa gerek.)

Türk filmlerine bok atar; ama piyasa oyuncu varsa, piyasa yönetmen varsa hemen gider izler. Gider izler dediğim Torrent'e abanmak...

Okuluna bok atar, bölümüne bok atar, arkadaşlarına bok atar; ama bir arkadaş ortamında iki okul arasında sidik yarıştırmak gerektiğinde asla geri kalmaz. Kendi okulunu övebildiği kadar över.

Öğretmenine bok atar; ama her görüşte gülümseyip selam vermeyi ihmal etmez. Kendisinden yüksek mevkideki kimle konuşsa sesi incelir sevimli olma kaygısıyla.

Babasına demediğini bırakmaz; ama konu bunu babasına söylemeye gelince dut yemiş bülbül gibi susar.

Abisini sevmez; ama para istemesi gerektiğinde ilk iş "Abicim nasılsın ya sesini duyayım dedim" diyerek onu arar.

...Düşündükçe daha çok örnek buluyorum. Hafif bir dille, alay geçen bir tarzda yazmaya niyetlendiğim yazıyı giderek sinir olarak bitirdim. Nefret ediyorum ikiyüzlü insanlardan. İnsanlıklarından, daha doğrusu.

31 Mart 2011

"For those of us who love everything about books" demiş Stumbleupon'da fotoğrafın sahibi. Haklı tabii.

Uykusuzluk

Kendilerinden kurtulduğum için hakkında yorum yapmayı, yazmayı rahatça yapabileceğim.

Hayatımda hiçbir zihinsel olay beni bu kadar yormamıştı. Kendimden geçiyordum, ağlıyordum uykusuzluktan resmen. Mutsuz, daha karamsar, daha hırçın, daha durgun, daha yalnız ve daha dışa dönük yapıyordu beni. Zıtlıkların bir arada bulunduğu lanet bir deneyimdi. Kurtulduğuma en çok sevindiğim şeydi sanırım ömrüm boyunca...

Kaç ay bunu yaşadım tam olarak bilmiyorum. Hayatının bir döneminde yaşayan varsa bu illeti; zaman kavramını ne denli yok ettiğini bilir. Sadece zamanı değil akıl yetkinliğini de götürüyor beraberinde. Hayatın uyanık geçen anlarını sanki yabancı bir klozette kaka yaparmışçasına rahatsız ve yadırganmış hissettiriyor. Lanet okumak fayda etmiyor... Uykusuzluk başıma gelen en kötü şeydi büyük ihtimalle.

Bir kere ilaç alarak uyudum. Onun dışında hiçbir seferinde ilacı düşünmedim, kabul etmedim. Zaten genç yaşımda yeterince ilaç almış, tüm vücut kimyamı mahvetmiştim.

Ama kurtuldum.
Ama acılı bir süreçti.
Ama kurtuldum.
Ama çok şey götürdü benden.
Ama...

Şimdi geriye dönüp bakınca, kapkaranlık geçen o uykusuz günlerimi hatırladıkça şaşırıyorum: Nasıl delirmeden dayanabilmiştim? Nasıl günlerce pus perdesinin ardında hayatımı idame ettirebilmiştim? Bana bir ömür yetecek kadar uykusuz kalmıştım ve şimdi üstüme bastıran uykuyu minnetle kucaklıyorum. Öyle ki başka hiçbir şeyi umursamıyorum şu anda. Son noktayı koyup yazımı yolladıktan sonra derin bir uyku beni bekliyor. Ona adeta uçacağım.

Bugün uyuyabileceğim bir başka gece. Bir başka müthiş gece.

01 Mart 2011

Yeni bir oyuncak almış çocuk neşesi

Damien Rice diye bir adam var, benim en sevdiğim şarkıcılardan biri. Ama öyle genel tanım yaptığıma bakmayın; cidden çok severim. Bir gelse buraya konsere, gitmezsem ne olayım! Her neyse.

Kendisinin tüm şarkılarını dinlemişliğim, etmişliğim var. Birkaç kere tüm albümlerinin üstünden geçip acaba bilmediğim, unuttuğum bir şarkısı var mı diye araştırmışlığım da vardır hani. Bugün internette dolanırken artık nasıl şanslı tıklamalar yaptım bilmiyorum fakat tam karşımda bir anda Damien Rice'ın daha önce hiç duymadığım, varlığından hiç haberdar olmadığım bir şarkısı çıktı. Nasıl sevindim ama bilemezsiniz. Sanki elime yeni bir oyuncak vermişler ve ben çocuk olmuşum yeniden. Şarkıyı loop'a aldım birkaç saattir gidiyor. O kadar da güzel ki!

Şanslı bir gece oldu benim için bu gece. Ya da artık ufak şeyleri bile çok büyük mutluluklarmış gibi karşılıyorum. O kadar da dibe batmışız demek ki...

28 Şubat 2011

Bereler üzerine kısa bir not

Başını sıcak tutmanın ötesinde bir duygu sağlar sana bereler. Sanki birileri sarılmış gibi. Gizlenmeye yardımcı olurlar, isteyenler için. Başındayken kaşınırsın zaman zaman, değişik jestler edinmene neden olurlar. Çıkardığın andaysa hissettiğin soğuk, terk edilmişlikle eşdeğerdir. Bere. Hele de çok sevdiğin biri örmüşse, ya da şekil ve duruş itibarıyla sana çok sevdiğin birini hatırlatıyorsa hepten bağımlısı olursun.

Bere. Beni ayırt etmenin de en kolay yolu oldu yaşadığım topluluğun içinde.

25 Şubat 2011



Bir genç adam varmış

(http://ufizy.com/#EJ3xGabwgV8/r/!/)

Bu var olan adam bazı şeylerin hep eksik, hep bir yerlerde bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmiş. Bunu fark etmesi uzun yıllar alsa da zihninde tam olarak her şeyi kurgulaması yaklaşık olarak 17 yaşına denk gelmiş. Yazıyla yazamayacak kadar gerçekmiş o yaş onun için. 17.

Önceleri kendisiyle savaşmış, mutlu olmasını engelleyen hiçbir şey yokmuş. Ama sonra ikinci kez düşünmüş her şeyi; mesela bir yaz tatilinde 43 gün boyunca evden çıkmadığını hatırlamış. Ne çöp atmaya, ne arkadaşlarıyla buluşmaya, ne gezmeye... Bu adam, bu aptal adam, hayatının tüm seyrini değiştirecek o kırk üç gün boyunca sadece okumuş. Aslında 'sadece' okumamış, ne yazık ki okuduğundan daha çok düşünmüş. O zamanlar ona kimse çok düşünen birinin mutlu olamayacağını söylememiş. Bu genç adam... boka batmış.

Bir gece odasının kapısı açılmış, içeri -farz edelim ki- adları Sait ve Emre olan iki kişi girmiş. Bu takma isimli kişilerden Sait olan kızmış bu adama. Neredeymiş bu herif, herkes dışarıda gezip eğlenirken, sahilde kesişirken bu herif niye her şeyi bırakıp odasında inzivaya çekilmiş? Adam cevap vermiş, "Olmuyor, bazı şeyler yanlış" demiş. Tıpkı ondan sonraki beş yıl boyunca olacağı gibi o gün de kimse dinlememiş bu genç adamı. "Sen ne yapıyorsan kendine yapıyorsun" demişler. Ne yazık ki haklılarmış da.

O adamlardan adının Emre olduğunu farz ettiğimiz kişi bu hayatta o genç adamın en yakın erkek dostuymuş. En yakın dostu dermiş o zamanlar; ama yalnızca okullar açıldığında hayatındaki en yakın arkadaşı olacak kızı bilmiyormuş. Bilse, tıpkı şimdi dediği gibi, en yakın iki arkadaşından biri derdi Emre için. Her neyse, o çocuk bunu ikna etmiş dışarı çıkması için. Çocuk alelacele bir şeyler giymiş ve dış dünyaya çıkmış. Aşağıda onu yaklaşık beş kişi daha bekliyormuş. Yaz boyu aramaktan usanmış; ama gençten umudunu kesmemiş beş kişi daha. Zaten toplamda yedi kişilermiş, beş yıl sonra geriye sadece birinin kalacağı yedi kişi.

O gece sahilde oturdukları yerde yarım saat önce kocaman bir fare olduğunu duymuş genç adam; o kadar hızlı koşmuş ki kendine geldiğinde sahilden çok uzaktaymış. Arkadaşları arkadan kahkahalar eşliğinde geliyormuş. Adam o kahkahalarda can bulmuş, neşeli bir şekilde tüm o kırk günlük acıyı gömmüş içine. Şanslıysa bir daha çıkmayacak şekilde. (Ama çıkmış.)

Bu adamın okulu başlamış, lise sondaymış. Yaklaşık dört ayda bu adam neredeyse hiçbir şey yemeyerek çok kilo vermiş. Ama yakışmış adama, gayet gideri olan bir herif olarak çıkmış piyasaya.

Gideri olmasının kendi dışında kimseye zararı olmamış... 'Kendi', her şey orada bitermiş bu genç için. Kendi olmalıymış.

İçine gömdüğü her şey yavaşça o sınıfta yüzeye vurmaya başlamış. Gün be gün, ay be ay çökmüş bu genç. Çevresindeki herkes endişelenmeye başlamış, herkesi korkutmaya başlamış. Herkesi, kendi hariç...

Bir gece bir arkadaşını aramış. Hani adına güya Emre dediğimiz, işte onu. Bu adam gelmiş ve konuşmuşlar sabaha kadar. Zaten sonrasında günlerce her şey flulaşmış bu adam için...

Bu adam, bir kızla tanışmış sınıfta. Aslında üç sene önce ilk defa tanışmışlar; ama o yıla dek hep klasik bir arkadaşlıkları olmuş. Aynı sınıfı paylaşan iki insan kadar. Ama o yıl çocuk bu kızda bir şeyler görmüş, kimsede bulamadığı şeyi bulmuş: Kendini.

Bu kız bu çocuğun aynısıymış. Eh, aynısı demesek bile çok benzeri. Aynı şeyleri severler, aynı şeyleri düşünürlermiş genellikle. İşin çocuk açısından en önemli yanı da şuymuş: Bu kız o çocuğa dair her şeyi anlayabiliyormuş. Bir gün bu kız bir teneffüste yanına gelmiş ve şöyle demiş çocuğa: "İçinde gizlediğin o gerçek seni ne zaman göstereceksin?" Çocuğun o kıza dair dönüm noktasıymış o cümle. Korkmuş kızdan, kızmış ona, hayran olmuş ona. Dışında bir şey değişmemiş ama, aynı sakinlikle "Şanslıysam asla" demiş. Kız üzülmüş onun adına. Üstelememiş. Demiştik; anlıyormuş o genç adamı.

Bu çocuk uzun süre boşa yaşamış. Ne bir gelecek kaygısı ne bir mutluluk. Sonra bir kızla tanışmış, gülümseyişi her şeyi ona unutturan bir kızla. O kız o kadar masum bir mutluluğa sahipmiş ki çocuk o mutlulukla dipsiz kuyulardan yukarıya çekildiğini hissetmiş. Ondan sonra sarılmış o kıza, onun kurtarma halatı olmuş o masumiyet -ta ki masumiyetini kaybedene dek... Ama ondan sonra bile çocuk o güneşi hatırladıkça huzurla dolar olmuş. Bir zamanlar mutlu olduğunu bilmenin verdiği bilinçle. -Ya da mutluluk değil de, huzur diyelim.

Bu çocuğun hayatı akıp gitmiş, zamanla bir şeyler düzelmiş. Asla ama asla "Ergenlikmiş işte" demeyeceği o karanlık günler sanki geride kalmış. Fakat gururla şunu söyleyebiliyormuş: Ölümle savaştım ve yendim. Ben yaşamak istiyorum.

Yaşamış da...

Bu adam üniversiteyi kazanmış. Boktan bir bölüme gitmiş, herkesi şaşırtmış orayı yazarak. Ne işi varmış bu adamın orada. Bunu kendi de bilmiyormuş. Hayatında son kez ciddi bir kararda başkalarını dinlemiş o gün. Kendi isteği değilken yazmış bölümü, mutlu olacağına inanarak.

Okulu açıldıktan sonra bu çocuğa sınıfından kızlar yazmış, bölümden kızlar yazmış; ama o başka şehirdeki o kızı düşünüp hiçbirine yüz vermemiş. O kız bekleyecekmiş çünkü onu, gülümseyişiyle...

Aradan dört ay geçmiş ve bu çocuk bu bölümde yapamayacağına karar vermiş. İlk sınıfı bitirip (ki kalmış zaten) tekrar öss'ye hazırlanmaya karar vermiş. Ondan sonraki bir sene hayatından giden bir seneymiş. Ama başarmış bu çocuk, hayaline ulaşmış. Tam hayaline değil; ama ona en yakın olana. Başka bir şehre gitmiş bu çocuk, bir sene boyunca öss'ye hazırlanırken kendisine düşünmek için dahi izin vermediği bir senenin acısı bir anda o yaz patlamış bu adamın üstüne. O kadar kuvvetli patlamış ki ilaçlara ne kadar hızlı koştuğunun farkına varmamış. Önemsememiş.

İlacı yüklemiş kendine, hayatına on gündür tanıdığı bir kızın girmesine izin vermiş. Dağılmış çocuk iyice. O kız da bu çocuğa iyice bağlanmış, çocuk yarı yolda hayatının en akıllı kararlarından birini verip kıza bu olmamalı, olamaz demiş. Anlayışla yaklaşmış, daha sonra o kıza büyük acılar yaşatmamak için henüz her şey tazeyken koparmış bağları. Kız ona bunun için teşekkür etmiş kısa bir süre sonra fakat "Ama..." diye eklemiş. O üç noktayı tamamlatmamış çocuk, susturmuş. Haklı gerekçelerle.

Bu çocuk o diğer şehre gitmiş ve bir ev tutmuş. 1 + 1, dördüncü katta küçük bir ev. Tek yaptığı evden çıkıp bir motorla (motor diyorlarmış orada küçük vapura) karşıya geçip okuluna gitmekmiş. Sonra okuldan çıkıp evine dönermiş. Akıllı adam, düşünmemek için kendini dizilere, filmlere vermiş. Hayatının iyi olduğu yanılgısını fark etmemek için kıçını yırtmaktaymış. Başarır gibi de olmuş bir ara, yalan söylemeyelim şimdi.

Bu adam sınıfta kimseyle konuşmazmış, okulda hiç tanıdığı yokmuş. Bir hoca dışında hiçbir hocayla konuşmazmış derslerde. O adam da bu çocuğu çok severmiş, onu alıp Boğaz'a karşı konuşurmuş uzun uzun. Hiç itiraf etmezmiş hoca; ama genç adam bilirmiş hocasının onda kendisini gördüğünü.

Sonra zaman geçmiş, haftalar aylara dönüşmüş ve bu çocuğu arayan arkadaşları telefonları kesmişler. Zira bu genç o şehre gittiğinde beri kimseyle görüşmemiş. Hep kaçmış. Söz gelimi adı Levent, Atakan, Sait, Samet, Kepçe (evet adı kepçe), Kartal olan bu arkadaşları onu ne zaman arasa hep kaçmış çocuk. En sonunda sadece Levent arar olmuş, o da umutsuz bir şekilde. Evet, çocuk aylardır (toplamda üç yıldır) hiçbir eski arkadaşını görmemiş. Ona içerlemişler, kırılmışlar, kızmışlar... Açıklama yapmamış, anlayabileceklerini düşünmüyormuş. "Sizle görüşemem, çevreme zarar veriyorum, size zarar veririm. Ben zehirliyim" dese kim inanacakmış ki bu adama? Ama hakkını vermek gerek, tanıdıkları en "kötü gün dostu" bu adammış. Kimseyi yarı yolda bırakmazmış bu adam; ama kimsenin mutlu gününde de orada olmazmış. Garip bir manyaklık işte...

Bir gün telefonuna mesaj gelmiş. Emre dediğimiz gençmiş mesajı atan: "Geliyorum haftasonuna" yazıyormuş mesajda. Genç adam iki yıldan sonra ilk defa görecekmiş dostunu, irtibatı koparmadığı tek kişiyi.

Gelmiş bu adam, bir de yanına sevgilisini almış. Kalmış evinde, gezmiş, içmiş ve dertleşmişler onunla. Yılbaşında gelmek üzere gitmiş. Sonra yılbaşına gelmiş ve sonra Şubat'ın ortasında da gelmiş. Adam kendini evinde hissediyormuş; çünkü buna hakkı da varmış: En yakın dostuymuş orada ona evini açan.

"Sana kırgınlar, kızıyorlar. Git bir görüş adamlarla" demiş. Sonra da vazgeçmiş, anlamasa da susmuş. Zaten susması tek yapabileceği iyilikmiş genç adam için. Hikayemizin kahramanı anlamasını beklemiyormuş Emre’nin. Hatta onu anlayabilecek tek kişiyi de uzaklaştırıyormuş hayatından bu genç adam: O kızı.

Bir gece mesaj atmış kız: İnatlaşman bazı şeylere mal oldu, demiş. Genç adam buna hazırlıklıymış, er ya da geç bunun ve hatta daha ağır sitemlerin geleceğini biliyormuş. Özür dilememiş, dileyeceği bir şey yokmuş ortada, ama bir araya gelmek de istememiş. Suçunu ve suçsuzluğunu biliyormuş. Hem zaten eskisi kadar da anlamıyormuş onu dostu, araya zaman, mesafe, kişiler, olaylar girmiş. Kısacası karakterler değişmiş. Ama yine de bir yerlerde, bir şeylerde o kız hep varmış; onu anlamayı sürdürerek...

"Bir ara görüşelim" demiş daha sonra. Adam susmuş, o susunca kız sitem etmiş. Adam bunu yapamam demiş, açıklamış. Kız sitemli kapamış telefonu. Dört yıl önceki kız olsa saniyesinde anlarmış; ama şu anki kız anlayamamış. İçerlemiş çocuğa telefondaki ses tonuyla, çocuk yine özür dilememiş. İçten içe kızı koruduğunu ve kızın da bunu -zamanla- fark edeceğini biliyormuş.

Bu adam yeni bir kitap serisine başlayacakmış, başlamadan önce günah çıkartır gibi bir şeyleri yazası gelmiş. Zaten burada yazanları tek okuyacak kişi de o kız olacakmış. Hatta bu kadar uzun bir yazıyı okumaması da ihtimal dahilindeymiş; ama böyle bir otobiyografiyi kaçırmak istemeyeceğini düşünmüş genç adam.


21 Şubat 2011

The penguins of madagascar

Çok iyiler ya. Böyle dört tane panpa penguenin New York'un merkezindeki hayvanat bahçesinde yaşadıklarını anlatıyor. Haftasonu cnbc-e izlemek için tek geçerli neden; üstelik Türkçe dublaj da fena değil. Beni gerçekten rahatlatıp güldürüyor bu penguen abiler.
Kişisel tarihime not düşeyim dedim.

http://www.imdb.com/video/screenplay/vi668535065/ (imdb'de bulduğum özet bu. yoksa çok daha güzel sahneleri var. bu son derece yavan)
Hep mi hüzünlü şeyler paylaşacağım sanki? Hayır tabii ki, buyurun.


not: Bu şarkının olabilecek en hüzünlü versiyonu da bu, işin ironik tarafı. Ah be Frankie...

20 Şubat 2011

İşaret dili

O kadar istiyorum ki öğrenmeyi!

Niye bilmiyorum, aslında biliyorum da dillendirmiyorum, uzun zamandır işaret dili kullanabilmeyi istiyorum. Tüm her şey sussun, mutlak sessizlikte ne bağırmak, ne hıçkırıklar, ne gözyaşları... hiçbir şey kalmasın ve sadece parmaklar konuşsun. En içten duyguları anlatsın, kelimelere sesli olarak asla dökülmeyecekleri söylesin.

Niye istiyorum biliyor musun? Çünkü ben konuşmayı, bir şeyler anlatmayı, paylaşmayı sevmiyorum. Bunu yalnızca çok yakın olduklarımla yapıyorum. Bir bardak viski ile ya da kuru kuru giden bir birayla... Ne kadar itici güç eksikliği olursa olsun veya ne kadar itici güç fazlası olursa olsun, kendimi açık etmeyi, gerçek ben'i ortaya sermeyi sevmiyorum. İşte işaret dili bu noktada yardımıma koşuyor. Kimse bilmiyor bunu, kimse ilgilenmiyor bunu öğrenmekle.

Ben öğreneceğim. Ben ve sırayla en değer verdiğim insanların öğrenmesini sağlayacağım. Sessizlikler acı dolu değil, duygu yoğunluklu olacak ondan sonra. Sessizliğin başladığı yerde kelimeler hayat bulacak. Parmaklarımızın ucunda...

Ugg giyen erkek

Seni sevmiyorum arkadaşım, bunu bilmeni istiyorum. Seni bugün bir Avm'de gördüğümden beri mutsuzum. Ugg denen garip şeye zayıf kızların ayaklarında anca alışabilmişken seninle tüm toplumsal normlarımın yıkılışını görmek kahretti beni. Düzenimi bozdun, işkillendirdin beni. O dar mavi kotun ve salak yeleğinin altına giydiğin krem Ugg'ın iğrenç birlikteliği yemeğimden soğuttu beni. Bir de kasıla kasıla yürümen, erkeksi duruşun, maço bakışların falan bunla birleşince rezalet oldun. Ugg giyen beynini deşip parçalayasım geldi. Sen sarışın, altın suratlı bir İsveçli değilsin. Paris'te takılan bir gurme de değilsin. Sen basit abazan bri türk gencisin ve o ugg midemi bulandırdı sende.

Eve gelip buna bakma ihtiyacı hissettim: Ugg'lara olan görüşümü değiştiren bu tatlı kıza.

Sen mi? Sen Elvis şarkısı söyleyen bir Serdar Ortaç olamazsın gözümde.

Derdin ne senin?

Bazen diyorum, gitsem bir oduncunun karısı olsam, tüfeğim olsa avlansam, hayatım daha mı basit olurdu? Daha mı katlanılabilir olurdu ya da? Sanmıyorum. Hayat her haliyle katlanılmaz bir şey, çoğu zaman.

Ben hikaye anlatmıyorum. İstemiyorum anlatmak. Hayatım hikaye değil çünkü. Kendi içinde trajik, güldüren, gülümseten, kızdıran ve başka pek çok duyguyu yaşatan bir oyunu oynuyorum. Belki de bu yüzden yazmaya ihtiyaç duyuyorum, kafamda türlü karakterler yaratıyor, yeni resimler çiziyor, yatağımdan fırlayıp onları kağıda dökmeye çalışıyorum. Henry Chinaski, karakter olarak ilgimi çekse de ona dönüşmeyi istemem. Hoşuma gitmediğinden değil, olamayacağımı bildiğimden. Ne kadar özgürleşmeye çalışsa da bazı düşüncelerim, belli toplumsal normları, kuralları, inançları reddetmeyi reddediyor. Üstesinden gelemiyorum. Kendisiyle savaşa girmiş bir karakter. Partideki çılgın, yemek masasındaki durgun kız. Yalnız kalmaktan hoşlandığını söylediğinde yadırganan tip. Normal değilsin! Normal değilsin! O zaman neden bu kadar ısrarcısın, düz insan olmakta? Derdin ne senin?

19 Şubat 2011

The King's Speech

Çok sözler söylenecek hakkında bu filmin. Bir sürü ödül aldı şimdiden, almaya da devam edecek, eminim. Söylemek istediklerim, filmin 'muhteşem, dahiyane, inanılmaz etkileyici' olduğu üzerine değil ama.

Kraliyet ailesi. Yalnız, dadıların elinde büyütülmüş, derdini anlatamamış, sonunda içine kapanmış ve 4-5 yaşlarında kekeme olmuş bir çocuk, ileriki zamanlarda ise 'Dük' Bertie, konuşmasını düzeltme çabalarının bir yeni hamlesi olarak Lionel ile çalışıyor. Başarıp başarmadığı kısmı değil önemli olan.

Lionel, önce dük, sonra da kral olan 'hasta'sından eşitlik istiyor. 1 şilinine iddiaya giriyor, onunla şakalaşıyor, kraliyet olgusunun kutsallarıyla dalga geçtiği bile oluyor zaman zaman. Ama 'Bertie'ye esas yardımı, onun kendisine açılmasını sağlamak, bir 'arkadaşla' konuştuğunu ona hissettirmek oluyor. Bertie anlatıyor: 'Bir dadım vardı, David'i severdi. Ebeveynlerimizle görüşme vaktimiz geldiğinde beni çimdiklerdi ki hemen ağlamaya başlayayım ve ona geri iade edileyim diye. Sonra bana yemek vermezdi (....gibi bir şeyler), durum fark edildiğinde 3 yılı geçmişti ve mide problemleri baş göstermişti bende...'

İlgisizliğin, yalnız bırakılmanın, hep 'bir başına kalmanın' bir insan üzerinde yaptığı tahribatın tasvirinin bu kadar İngiliz bir şekilde anlatıldığı bir başka film görmedim. Sonunda olay, bir arkadaş edinmenin rahatlatıcılığına, sorunların aslında paylaşıldığı zaman neden oldukları başka problemleri çözmeye yardımcı olduğunu görmeye bağlanıyor.

The King's Speech, bana bir kralın hikayesinden çok, hayatın her anında karşılaşılabilecek sıkıntılardan kurtulup düzlüğe çıkmanın, dışarıdan yardımlara ne kadar muhtaç olduğunu anlattı bu akşam.

17 Şubat 2011

Do I have to stay?


It's much too late for the action
you've made this place unbecoming
do I have to stay?
These eyes have one more discovery
will it be wasted on monday?
Do I have to stay?

16 Şubat 2011

Turist

Üstelik öğrenci, üstelik kadın... Hem de İstanbul'da, bir hata yapmış gelmiş buraya dört aylığına. Nerelisin dedim, Kıbrıs'ta yaşıyorum, Yunanistan'da doğdum dedi.

Bugün okulda bilgisayar laboratuvarındaydım. Bomboştu ve ben de sia -breathe me dinliyordum.


İçeri bir kız girdi. Taş çatlasa yirmi yaşında. Gülümsedi bana, ben başımı salladım kibraca. Müziği kapadım. Yaklaşık yirmi dakika sonra yaklaştı bana, İngilizce bilip bilmediğimi sordu. Sanırım biliyorum, dedim. Akıcı bir İngilizceyle derdini anlattı bana: Bir adres varmış, google maps'te bulamamış. Ben biliyor muymuşum acaba orayı...

Yeniyim İstanbul'da; ama bir şansımı deneyeyim dedim ona. İç çekti. Daha sonradan öğrenecektim geç kaldığını, acelesi olduğunu. Yirmi dakika boyunca çekinmiş bana sormaya (çok sessizmişim). Bilmiyordum; ama biraz araştırmayla buldum.

Ona otobüslere kadar eşlik etmeyi teklif ettim; zira bilmiyordu otobüsleri. Dolmuşa bin dedim, o nedir dedi. Nasıl anlatayım bilmeyen birine dolmuşu? Neyse dedim, gel gidelim. Bu arada Türkçe biliyor musun diye sordum, sadece "teşekkürler" demeyi biliyormuş. Kibarlığa bak. Biz yurt dışına gitsek ilk olarak küfürleri öğreniriz.

Otobüs gelmek bilmedi (30 M). Bir de üstüne bu acıktı. Abi ne iştahlı kız yalnız ya. Ayaküstü iki dakikada balık ekmeği götürdü. Bir de tatlı tatlı sırıtıyor.

Neyse, az önce kapı çaldı. Eve biri geldi. (İsim yok, no comment.) Kızı sağ salim ulaştırdım gideceği yere. Ama maceralıydı. Onu da daha sonra yazarım. Kafam dağıldı.
bilgisayarımda yazdığım herhangi bir metni bir türlü yayına sokamıyorum. html hatası veriyor, nedenini anlayamıyorum.

buraya neden bir türlü yazamadığımla ilgili bir yazı, taslaklar kısmında bekliyor. nasıl bir insana dönüştüğümün kısa bir özeti aslında. bencilliğimin, kötülüğümün, ukalalığımın, kendimden iğrenmemin nedeni. en yakın arkadaşına nasıl sırt çevirdiğini anlatan birinin hikayesi.

Ölüm ve yalnızlık

Ne değişmişti ya da ne değişecekti bilmiyorum. Sadece karşı koyulamaz bir şekilde eski fotoğraflara, anılara, geçmişi hatırlatan şeylere bakmalıydım. Gece bir anda fırlayınca yataktan, sanki birileri adımı haykırmış gibi, kendimi bilgisayarı açarken buldum. Elimi uzattığımı bile hatırlamadan şifreyi girdim, açtım bilgisayarı.

Neydi o anki ruh halim? Gerçekten kendimi o denli kaybetmeye değecek bir şeyler mi arıyordum? Ben... Ne umuyordum?

Bir arkadaşım var, yakın bir eski arkadaş. Onun Facebook şifresi vardı bende. Bana üç yıl önce vermişti, bir kere bile girmemiştim. Ama işte hafızam iyidir, unutmamış. Girdim hesabından. Facebook kullanmayı bilmiyorum; bir anda apışıp kaldım. Duvar, profil, mesaj... Halbuki ben sadece fotoğrafları istiyordum. Sadece bana geçmişi hatırlatacak birkaç fotoğraf. Farkında olmadan Winamp'te şu şarkıyı açmışım bile (şarkının ortasında fark ettim şarkıyı açtığımı, o derece kendimi kaybetmişim)


İnanılmaz bir şekilde, şarkıyı sesli olarak söylüyordum. Sözlerini ne ara ezberlemiştim? Bu şarkıyı sanırım ikinci dinleyişimdi; eğer öyleyse nasıl yer etmiş beynimde bu denli? ("But all you hear is laughter")

...Ve dolandım facebook'ta. Onun arkadaşlarına baktım. Zaten o benim lise arkadaşım olduğundan tüm arkadaşlarını tanıyordum neredeyse. Neler değişmiş, kimler nerelerde, kimler kimleri düşünüyor... Facebook denen hayat merkezinde nasıl da her şeylerini ortaya seriyor insanlar. Ne kadar rahatlar bu konuda. Ne kadar salaklar aynı zamanda... Bunları şimdi düşünebiliyorum. Gece tek düşündüğüm bakmak, daha çok daha çok bakmaktı. "O fotoğrafın çekildiği yeri biliyorum, o adamın yanındaki kızı tanıyorum, aa lisede o gün ne gülmüştük..." Tüm arkadaşlarım (biri hariç) bana verdikleri sözü tutmuşlar: Facebook'ta bana ait bir fotoğraf yok. Ben, yarın ölsem, insanlar vesikalık fotoğrafımı takabilirler yakalarına yalnızca. Onu da önce benim cüzdanımdan alacaklar, ardından renkli fotokopi, sonra da çoğaltacaklar... Uzun iş. Sadece cenazeye gelip ağlayacaklar işte. Fotoğrafım olsa ne olur olmasa ne olur.

Ben saatlerce geçmişimi talan ederken, anılar bir bir üşüştüler üstüme. Lise odaklıydı çoğu. Hem de ne odak! Kahrolası melankolimin kaynağı orasıydı. Orada ilk tohumlar atılmış, zehir yavaşça büyümüş ve sonra bir anda, bir yaz, amansızca benliğimi ele geçirmişti. Şimdilerde küfrettiğim bu ruh halini o zamanlar hiç yadırgamayışım, ona sanki hayat boyu aradığım "huzur" duygusunun varlığıymışçasına sarılışım tevekkeli değil benim yalnızlığımmış. Aslında düşünüyorum da: Ben hayat boyu yalnızdım. Çevremde birilerinin oluşu bunu değiştirmiyordu. Ailemde bile yalnızdım. Babam mükemmel bir babaydı, olmak isteyeceğim türde bir babaydı, ama yalnızlığıma çare değildi. Farklıydık onunla, zaten ben geç kalınmış bir çocuktum bir de yaşça benden çok büyük iki abi girince işin içine adamla hiçbir zaman ortak zevklerimiz olamadı. Bazen hatırlıyorum babamı, garip geliyor. Şimdi beni görse, konuşsak ne der merak ediyorum. Hani hüzünle karışık bir merak oluyor içimde. Özledim lan. Gerçekten. Hayatımda ilk defa buraya yazıyorum babamla ilgili duygu ve düşüncelerimi. Cümlelerimin acemiliği ondandır. Ama dediğim gibi, iyi adamdı. Beni de herkesten çok severdi. Henüz on üç yaşındaydım öldüğünde.

...Ve yalnızlığımda annem vardı. Kadın hep bir telaş içinde, hep bir kovalamacada. Üç erkek evladı var, üçü de birbirinden farklı. Hangi biriyle uğraşsın? Bunu düşünemedi annem, hepimizle de uğraşmak istedi. Hayatını bize adadı ve tabii ki karşılığında bir bok alamadı. Zaten geri dönüşü olmayan bir hastalığı var artık, üç-beş seneye aramızdan ayrılacağını düşünüyorum. Buna kendimi hazırladığımı bilmek garip hissettiriyor bana. Yani yarın bir telefon alsam, anneni kaybettik deseler bir an durup sonra yapılması gerekenlere başlarım. Önce İzmir'e uçak bileti, sonra Levent'e haber vermek. (Niye Levent? Herkese haber ulaştırır o. Herifin Facebook'unda milyon tane insan var.) Neyse, bu konuyu çok uzatasım yok. Kalpsizlikle suçlanabilirim. Halbuki tam tersi. Ölüm her an dibimizde olan bir şey ve onu görmezden gelenler benim için asıl kalpsizler. Birinin yanında bir konu açın. Mesela ona "Yarın annen ölse ne yaparsın?" diye sorun. Eğer ki size "Sus! Allah korusun konuşmak istemiyorum!" derse umudu kesin ondan. Hayatın en büyük gerçekliği ölüm, eğer ki sen onunla baş edemeyeceksen kendinle hiç baş edemezsin. Yalanı yaşar durusun ömrün boyu.


Yalnızlık diyordum, evet. İki abim var benim. Biriyle ilişkimiz yoktu son üç yıldır. Yeni yeni bir şeyler başlar oldu. Severdik; ama haz etmezdik birbirimizden. Ben ona göre fazla içime kapanıktım, fazla düşünüyordum, fazla umursamazdım, fazla duygusaldım... O da bana göre fazla gereksizdi... Bunları söylemekten çekinmezdik de, zaten sorun orada. O 34 yaşındaydı bunlar olurken, ben 17. Öncesi de var tabii. Yani ben yine yalnızdım.

Bir abim daha var, ama onla aramız çok iyidir. Yalnız olduğumu hiç hissettirmedi bana. Sadece onunla bambaşka iki insanız. Hiç (bak hiç diyorum) ama hiç ortak noktamız yok. Yazık...

...Ve yalnızım ben. Bunu kimse de bilmiyordu. Bilmemeleri daha iyiydi tabii ki, yoksa sürekli birileri "Niye?" der dururdu. Gerçi bir kadın vardı, bunu biliyordu. Okuldayken beni hep odasına çağırırdı. Rehberlik hocasından bahsediyorum. O çağırır; ama ben gitmezdim. Sanıyorum bir kere gittim sadece. Onda da Freud'a bağladı kadın, analiz edecek beni falan aklı sıra. Hiçbir şey belli etmedim, hiçbir düşüncemi paylaşmadım. En sonunda bana "Senin vücut hareketlerinden bir sonuca vardım o da şu..." gibi açıklamalara girişti. Yanlıştı dedikleri. Bir şey demedim. Fakat ertesi gün okulda annemi gördüm. Ne oluyor dememe kalmadan rehberlikçi geldi kaptı annemi. Odasında iki saat konuştular. Yazık anneme, oğlunun intihara meyilli olduğunu -ciddi derecede- ilk defa bir rehberlik hocasından duymuştu. Evde ağladı, neyi eksik yapıyorum falan diye kendini paraladı. Ah be canım anam, hiçbir şeyi eksik yapmadın. Yapmıyordun. Sadece bazen olmuyor anlıyor musun? Yapamıyor insan, yetmiyor. Ne istediğini bilemiyor. Tek suçlu ben kendimim, kimse değil.

Dün dolaştım anılarımda. Anılarla, fotoğraflarla, kişilerle geçirdim zamanımı. Çok sevdiğim, uzun zamandır görmediğim kişileri buldum oralarda. Şimdi yine kendi yalnızlığımda, kaybolmuş gidiyorum.
Affedin, ne yapsanız da olmuyor bazen.

12 Şubat 2011

Mahremiyet

En çok bir şeyler yazarken ihtiyaç duyuyorum buna. Hani erkeklerin genelinde vardır; biri bakarken ya da arkada sırada beklerken çiş yapamayız. Yazarken çevremde birinin olması da bende aynı etkiyi yapıyor. Yazamıyorum, geriliyorum, bir türlü çıkmıyor kelimeler.

"Hadi ama, bakma artık!"
"Yaaa, görmek istiyorum ne yazdığını!"
*Of!*

Sonra zaten yazmaya heves ve hatta güç kalmıyor.

Bir şarkıyla sonlandırayım meramımı. En azından iyi bir şeylerle bitirmiş olurum yazımı.

05 Şubat 2011

Çocuk

-Abi! abi!
-N'oldu yakışıklı?
-Abi şuradaki abiler topumuzu aldılar vermiyorlar.
-Neredeki abiler?
-Aha bak şunlar! (Bana gelen çocuk 7-8 yaşlarında, abiler dediği ve gözlerimin yirmili yaşlarda bir çeteyi aradığı yerde de 11-12 yaşlarında üç tane velet var)
-Tamam, gel gidip bir konuşalım bakalım neymiş.
-Sağol abi!
*fısıldayarak yanındakilere* -Şimdi gününü gösterecek onnaraaa!

-Gençler, bu çocukların topunu niye aldınız?
-Biz almadık abi.
-Ama top elinizde?
-Onlar verdi abi.
-Ama onlar verse niye benden yardım istesinler?
-...
-Hadi verin toplarını.
-Alsınlar abi yaaa, onların toplarına mı kaldık.

*Çocuklar bırakılan topu alıp koşarak sırra kadem basarlar*

-Neyse, ben gideyim artık. Siz de iyi bakın kendinize.
-Tamam abi.
...
-Abi!
-Efendim?
-Abi senin sevgilin var mı?
-Yok. Niye?
-Abi eğer sevgilin olursa, onun da güzel kız kardeşi olursa bana ayarlar mısın?
*Ciddiyetimi korumaya çalışarak * -Yaşın kaç senin?
-12!
-Tamam, olursa ve onun da kardeşi olursa...
-Kardeşi olursa değil abi. 'Güzel' kardeşi olursa.
-...Onun da güzel kardeşi olursa sana ayarlarım.
-Sağol abi!
-Ama sen de benim için bir daha kimsenin topunu almayacağına söz ver.
-Tamam abi söz.
*Yandakiler de karışır söze*
-Söz abi!
-Söz!

-Tamam o zaman gençler, ben gidiyorum. İyi bakın kendinize.
-Abi!
-Evet?
-Abi, o kızın güzel arkadaşları olursa onları da bize ayarlar mısın?
-Tamam lan tamam.
-Ne gülüyorsun abi ya?!
-Tamam pardon. Bir an aklıma... neyse... İyi günler size.
-Sana da abi.

*Aramıza elli metre falan girdikten sonra bağırarak*

-Abiiii! Kızı ayarlamayı unutma haaa!

Piç seni. Adımı çıkaracak mahallede...

04 Şubat 2011

Sevip sevip kuyruğuna gelmek

Uykusuzluk sarhoşluktan daha beter. Eller titriyor, yüz solgun... Kilo verdim baya, bir de Zeki Müren çalıyor fonda. Son zamanlarda onu da çok dinler oldum. Bir tarafta Damien rice, Raphael, Ane brun; bir tarafta Zeki Müren. Şey gibi farkları: Viski ve rakı.
Bu gece viskiyi rakı şarkılarıyla içiyorum. Şerefe!

"Ya beni de götür ya sen de gitme"

Seve seve kuyruğuna geldiğinde olacağı budur. Bir noktadan sonra durup düşünmeyi gerektirir ne yapacağını bu aşkı. Zira içinde aşk var, sevgi var, sadakat var; ama bir şeyler yok. Ne onlar? İlişkiye saygı mı, sevdiğine saygı mı? Yoksa gerçek kalıcı bir anlayış ve ona istinaden zeka mı arıyor insan? Bilmiyorum. Zeki abinin dediği gibi "Gözlerin doğuyor gecelerime".
Eh, burayı okumadığı için en azından "Gözlerin doğuyor gecelerime" diyeyim. Nefret ediyorum bu tarz şeylerle sevdiğin insana gönderme yapmayı. O yüzden okumadığını bilmek iyi oluyor.

"Geçilmez gurbetin sokaklarından"

Eh, ya bana her yer gurbetse? Bu siktimin şehrinde, dünyasında ve kendi dünyamda aidiyet duygusu taşıyamıyorsam? O zaman ne olacak?Hiçbir sokaktan geçemeyecek miyim Zeki abi? Bana yaşamak haram mı? Hadi öyle oluyor diyelim, o zaman benim suçum ne?

Bak şimdi, burayı okuyan artık her kimsen, gel benim sırdaşım ol bu gece. Bende anlatacak şey çok, cevapsız binlerce sorum var. Hazır mısın?

Niye seçimler insanın hayatını daha iyiye götürmek üzere tasarlanmış? Eminim vardır bildiğin klasik cevaplar buna. "Mutlu olmak için... Yaşamın seviyesi... Gülerek uyanmak..." falan filan. Geçelim onları.
Daha iyi bir hayat istiyoruz çünkü bilinmeyen bizi çekiyor. Işık, şaşaa, para, zevk, kadınlar/erkekler, güç, iktidar... İyi de madem öyle bunlara sahip olan kişiler niye mutlu değil? Bana niye en çok intihar oranının en zengin ülkelerde olduğunu, "Abi herif her şeye sahipti" dediğimiz kişilerin kendini köprüden atmak istemesini açıklayabilecek misin? Ah evet biliyorum: "Doymuş adam her şeye. Artık zevk almaz olmuş".

Madem böyle bir risk var, niye daha çok daha iyi daha müthiş daha süper şeyler istiyoruz? Yok işte cevap. Bir kulübeye girip Allah aşkı için ölene dek orada yaşayan dervişle, daha çok isteyip her şeyi elde edip boka battığını fark eden adam arasında fark yok.

"Buralara sık sık gelişim ondan"

Zaten sevip sevip kuyruğuna gelmekle, yaşayıp yaşayıp sonuna gelmek arasında fark yok. Benim için ikisi de sona ulaşmış gibi gözüküyor. Tek iyi yanı şu: Kuyruğundaki sevgi bile doğru şekilde oynanırsa yaşamın kıyısından çıkarıp alabilir insanı. Yaşam, aşkı çıkaramaz.

"Yağmur vururken cama, dalarken gece gama... Özleyen kollarıma usulca sokul yeter"

Ah be abi, sen de erken öldün. Herkes erken ölüyor.

03 Şubat 2011


"...batarken güneş ardından tepelerin
geldi elveda zamanı teletabilerin"

Aynı zamanda wallpaper'ım olan ve deviantart'ta bulduğum november temalı bu nadide fotoğrafı paylaşmak istedim. En nihayetinde bir teletabi güneşi kadar ömrü yok o yaprağın.

01 Şubat 2011

Origami

İnsan hayatı değersiz derlerdi de inanmazdım. Bir dakika ile ölümüme gidebileceğimi nereden bilebilirdim. Ve hatta ölümün bu kadar sıradan ve doğal olacağını…

Ben ölüyüm. Ne kadar merak ederdi yaşayanlar ölümü. Hâlbuki ne kadar basitmiş! Bir an korkuyla gözlerinin çeviriyorsun ve gelen kamyonun büyüklüğünden ürküyorsun. Sonra hızla inanılmaz bir acı çekiyorsun ve gözlerini açtığında kendi kanlı bedenini yerde görüyorsun.

O kadar işte. Ölüm denilen şey bu: Görmek, hissetmek; ama yaşayamamak. Bedenime bakıp çığlıklar içinde haykırdığımı hatırlıyorum; ama kimse, özellikle siz yaşayanlar, duyamadı beni. Çocukluğumuzda bize anlatılan hayalet hikâyeleri, ruh çağırma seansları vs hep doğruymuş. Biz bu dünyada yolcudan başka bir şey olmadığımızı sanırken aslında gerçek dünyanın o olduğunu anladım ben. Doğan her bebeğe gıpta ile bakarız. Ölen kimse umrumuzda olmaz. Dünya yaşantısından kalan dostluk ve/veya düşmanlıklar burada işlemez. Burada hiçbir şeyin değeri yok. Ama beni gidip cesedimin yattığı toprak yığınının üstünde sonsuza dek özlemle oturup beklemekten alıkoyan tek bir şey var: Origami. Ölü origamisi.

Ölü olarak geçen bu sınırsız zamanımı hızlandırabilen tek şey o. Eski yaşantımdakinden biraz farklı tabii. Burada origami demek büyük bir kumar oynamak demek: Şimdiki varlığımızı eğip büküp, kendi varlığımızı dahi unutacak kadar değiştirerek yeni bir kimliğe bürünmek. İşte biz ölülerin origamisi bu. Tabii ki bunu yapmamızın bir amacı var: Gıpta ile baktığımız yaşayanlar dünyasına dönebilmek. Bir kez daha iştahla hamburger yemek, bir kez daha çılgınca kahkaha atabilmek... Her şeyi tekrar tekrar yapabilmek istiyoruz!

İşte kendi origamimi anlatacağım size: Önce bir hedef belirliyorsunuz kendinize. Genellikle biz ölüler genç ve sağlıklı bireyler ararız kendimize (yeni bir bebek dünyaya getirmeleri daha olasıdır). Ama bu oldukça revaçta olduğundan bazılarımız yaşlılara, bazılarımız da daha farklı olarak laboratuarlara dadanırlar. Şahsen otuz insan yılı boyunca geçirdiğim ölülüğümde türedi bu şey yeni yeni. Ben sağken (ah ne güzel cümle!) yoktu bu. Demek ki siz salak yaşayanlar o kadar da salak değilmişsiniz. Biraz da olsa ölüm sonrasını düşünüyorsunuz. Zira anladığınız üzere ölüm origamisini gerçekleştirmek için yeni doğacak bir bebeğe ihtiyacımız var. Bebek doğduktan sonra biz oraya gider ve dokuz ay boyunca yakından izlediğimiz, arada sırada vücuduna girerek ona ölümü tattırdığımız beden ilk kez dünyaya çıktığında da biz alırız onun vücudunu. Sonra her şey sil baştan oluyor, sanırım... Zira yaşarken ölüm ne kadar bilinmezse, ölüyken de yaşam o kadar öngörülemez oluyor. Anlaşılan yukarıda birileri ciddi anlamda dalga geçiyor bizimle.

Şimdi benim yeni bedenimin doğmasına kısa bir süre varken size merak ettiklerinizi söyleyeyim. Evet, istersem gidip ailemi ve/veya başka birilerini izleyebilirim. Ama hayır onlarla konuşamam. Onlara herhangi bir şekilde varlığımı hissettiremem. Bizler ve sizler ayrı dünyaların insanlarıyız. Hem zaten onları izlesem ne olacak? Ben tekrar yaşayan olmak istiyorum. Bunun için de kendi origamimi gerçekleştirmem gerekiyor. Bana ne karımın yeni kocasından, bana ne oğlumun yatalak olmasından.

Hayır, açlık hissetmeyiz. Dünyevi şeyleri hissetmeyiz ama onları hissetmek için her şeyi verirdik. O yüzden origamiye sığınıp ruhumuzu değiştirerek yaşayanlara bir bebek olarak katılıyoruz. Başka çaremiz yok... Gerçi... Hayır, bundan bahsedemem... Ama şu kadarını söyleyeyim: Bazılarımız o kadar umutsuz oluyor ki bir şekilde dönüyorlar yaşama. Ama bunun kadar ağır bir bedel ödemeyi nasıl kabul edebiliyorlar anlamıyorum. Hayır, ısrarcı olmayın, söylemeyeceğim. Ölümden yeterince korkuyorsunuz, bir de korkudan delirmenizi sağlamak istemiyorum. O kadar da unutmadım vicdan denen şeyin ne olduğunu…

Evet, kendi yaşam boyutumuzdaki ölülerle konuşabiliriz. Onlarla istersek poker bile oynayabiliriz. Ama ben uzun, çok uzun yıllardır ölü olan biri olarak söyleyebilirim ki bugüne dek konuşan bir ölü görmedim. Buna ben de dâhilim. O yüzden gidip dedemi bulmamın, gidip dünyadaki favori aktrisimi görmenin bir anlamı yok. Onlar da kendi dertlerindeler ve yaşama dönmekle meşguller. Ama şunu eklemeliyim: Yaşamları daha bebekken sonlandırılanları da hiç görmüyoruz buralarda. Onlar, dünyadayken annelerimizin bizi kandırdıkları gibi melek mi oluyorlar gerçekten de? Bilmiyoruz. Sadece burada bu umutsuz bekleyenler içinde umutsuzcasına ağlayan bir bebek yok. Çocuklar da çok nadiren görünüyorlar. Garip.

Evet, en güzel soru. Yaşama döndüğümüzde bugünleri hatırlayıp hatırlamayacağımızı bilemiyoruz. Demiştim; yaşam da bize muamma şu an. Sadece origami ile yaşama dönenlerin bebeğin cılız vücuduna girip ilk nefesini almasını sağladıkları andan itibaren artık yeni bir kişi olup çıktıklarını biliyoruz. Hazır konusu açılmışken onu da ekleyeyim: Biz yalnızca yaşamdakilerin ne zaman öleceğini en ince zaman aralığına dek anlayabiliriz. İki ay on gün yirmi bir dakika üç saniye iki buçuk salise ve 8 nanosaniye vs… Ama doğacakları günü ve ondan sonra ilk nefesini ne zaman almaları gerektiğini anlayamayız. Yeni doğan bir bebeği, yaşama açılan o narin kapıyı yok etmemek için de bildiğimiz tek işareti bekleriz: Bebeğin poposuna tokat atılmasını. Bunun üzerine hızla origamimizi nihayete erdiririz. Yani bebeğin varoluşunda yerimizi alırız. Ondan sonrasını bilmiyorum demiştim.

Pekala o halde. Bu kadar bilgi vermek yeter. Yaklaşık olarak birkaç ay içinde dünyaya yeni bir bebek gelecek. Bir kız. Ailesi ismine hâlâ karar veremedi. Eğer şanslıysam bu sefer origamim gerçekleşecek ve ben o kızla yeniden hayat bulacağım. Reenkarne deniyordu buna dünyadayken. Ne kadar saçma! Bunun yeniden doğmakla alakası yok. Yeniden dünyaya gelmek de değil bu. Sadece yaşama karşı duyulan inanılmaz istek. Ve ben bu sefer bunu gerçekleştireceğim! Yeniden yaşayanların arasına katılacağım! Yeniden, yaklaşık seksen yıl sonra. Seksen yıl! Bir insan ömründen uzun. Ama biz ölüler için beklemekle geçtiğinden dolayı daha da uzun. Varoluşumuzun her saniyesi görüp anladığımız bu dünyaya dönmeyi istemek ne kadar uzun sürer bilir misiniz? Üstelik yalnızız da. İstesek birbirimizle konuşabilir miyiz onu bile bilmiyorum; hiç denemedim ki! Biz tek bir şeyi deniyoruz sürekli ve sürekli: Yaşama dönmek.

***

Doğuyor bebek. Ailesi adını “Hayat” koymaya karar verdi. Hayat! Hayat! Ah ne kadar güzel bir hediye benim için. Herhalde isteyip isteyebileceğim en güzel isim bu benim için…

Ah işte başı gözüktü bebeğin. Bir ölü olarak heyecandan delirmek üzereyim! Çok az kaldı. Yakında o bebeğin poposuna vurulan tokatla birlikte vücuda gireceğim. Bir kez daha bir bütün olacağım onunla. Geride bırakacağım bu anlamsızlığı. Yaşama döneceğim. Yaşama!..

Vurdu… Şimdi sıra bende. Gidiyorum. Dönüyorum. Yıllarca beklediğim bu bebeğe hazırım artık. Diğer ölüler burada değiller. Biliyorlar bunun benim olduğunu. Anne rahmine ilk düştüğünden beri ben ilgileniyorum onunla. Kaç kere içine girdiğimde sabırsızca tekme attım annesine. Çıkmak için. O rahatsız pozisyon değişsin diye. Ben yokken boş bir kabuk değil mi o beden? Evet…

Bitiyor. Ağlıyorum şu an, farkındayım bunun. Her şey puslanıyor. Uykum mu geldi ne? Evet ben uyuyayım. Önümde uzun bir hayat var beni bekleyen. Uzun, çok uzun. Hayat...